Şampiy10
Magazin
Gündem

Hani yasaklamak yasak olacaktı?


Üç yıl peş peşe Newroz’u Diyarbakır’da izledim. Kadın-erkek, çocuk-yaşlı demeden yüzbinlerce kişinin saatlerce Newroz Alanı’nda hep birlikte eğlenmesi, coşması, vakit geçirmesini izlemek Kürt sorununu ve Kürt siyasi hareketini anlama açısından hayli öğretici olmuştu. Görüp duyduklarımı, hissettiklerimi yine Vatan Gazetesi’nde (hatta NTV’de bile) yazıp anlatmıştım, tekrarlamak istemem. Ancak şu kadarını söylemekle yetineyim: İzlediğim Newrozlarda Kürtler için hayati bir eşiğin aşılmış, kimlik inşa sürecinin tamamlanmış olduğunu gözlemiştim. Buna bağlı olarak, bu hareketin, şiddeti ne olursa olsun, baskı politikalarıyla bastırılmasının imkansız olduğu sonucuna vardım. Tam da bu nedenle KCK operasyonlarını daha ilk andan itibaren eleştirdim, eleştirmeyi sürdürüyorum.

Olaylar “geliyorum” dedi

Bu yıl Newroz için Diyarbakır’a gidip gitmemek konusunda epey tereddüt ettim ve sonunda gitmememeye karar verdim. Çünkü son üç yıldaki “şenlik” görüntüleriyle karşılaşmayacağıma emindim. Bu yaştan sonra “savaş muhabiri” filan olmaya da niyetim yoktu.

Gitmeme kararı aldığımda devlet henüz Pazar günü yapılması kararlaştırılan kutlamaları “bayram gününde kutlanır” gibi abes bir bahaneyle yasaklamamıştı. Ancak bu yılki Newroz’un olaylı, yani tatsız geçeceği her halinden belliydi. Yani devlet dünkü kutlamalara izin vermiş olsa bile olaylı bir Newroz yaşanacağını düşünüyordum. Kürt siyasi hareketinin yasal ve yasadışı alandaki sözcülerinin peşpeşe yaptıkları açıklamalar ve uyarılara rağmen bu kaçınılmazdı. Böyle düşünmemin üç nedeni var:

1) Her ne kadar MİT krizinin ardından bir çizgi değişikliği beklentisi hayli artmış olsa da devlet Kürt sorununda sertlik yanlısı tutumunu sürdürüyor, yani İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin pek “gidici” gibi gözükmüyor;

2) Yöneticileri ne tür açıklamalar yaparlarsa yapsın Kürt sorununda yaşanan gerilim artışı PKK’nın işine geliyor, bu nedenle örgüt en ufak bir çatışma ihtimalini bile değerlendiriyor;

3) Kentlerde Kürt hareketinin tabanını oluşturan gençliği denetlemek kolay kolay mümkün olmuyor. Bu gençlerin sadece BDP’yi değil, zaman zaman PKK’yı bile dinlemedikleri görülüyor.

Tüm sorunların anası

Dün İstanbul ve Diyarbakır başta olmak üzere Newroz nedeniyle yaşananlar bir kez daha Kürt sorununun Türkiye’deki tüm sorunların anası olduğunu gösterdi. Ayrıca bir kez daha görüldü ki Kürtleri ve Kürt siyasi hareketini dışlayarak, sindirmeye çalışarak bu sorun çözülmez, tam tersine daha da derinleşir. Bu noktada hükümetin, AKP’nin kuruluş günlerinde dillerden düşmeyen bir cümlesini yeniden benimsemesi gerekiyor. Hatırlarsanız şöyle diyordu AKP’yi kuranlar “bizim iktidarımızda yasaklamak yasak olacak!” Ama yaklaşık 10 yıllık deneyime baktığımızda yasaklamanın yasak olduğu bir Türkiye idealinin hayli gerisinde kaldığımızı görüyoruz, hele söz konusu olan Kürt sorunuysa.

Yazının devamı...

Emperyalizm ile faşizm arasında sıkışıp kalmak

Afganistan’dan gelen acı haber acaba şu soruların kamuoyu tarafından sorulmasına yol açacak mı?

1) Türk ordusu Afganistan’a ne zaman gitti?

2) Türk ordusu Afganistan’da niçin gitti?

3) Türk ordusu Afganistan’da ne kadar kalacak?

Konuyla ilgili sayılabilecek bir gazeteciyim ama hiçbir kaynağa bakmadan bu soruların cevabını hemen verebilecek durumda değilim. Ancak şunu rahatlıkla söyleyebilirim: yöneticiler Afganistan’a asker gönderme konusunu hiçbir zaman kamuoyunun tartışmasına sunmadılar; medya da bu konuyu gereğince ele almadı, sorgulamadı. Dünkü 12 şehit haberi nedeniyle bazı haber ve yorumlarla karşılaşabiliriz ama bunların da ömrünün birkaç gün olacağı açıktır.

Çünkü sırada Suriye var. İki meslektaşımızın Suriye devletinin elinde olduğu iddiası, Şam Büyükelçiliği’nin faaliyetlerinin durdurulacak olması, Türk vatandaşlarının Suriye’yi terk etmeye çağrılması hiç de iyi işaretler değil. Tabii CIA Başkanı’nın hesapta olmayan Türkiye ziyareti de öyle.

Kamuoyunun çaresizliği

Evet tüm işaretler Suriye’nin sahiden bir dönüm noktasında olduğunu ve Türkiye’nin de bir şekilde bundan sonra yaşanacaklara müdahil olacağını gösteriyor. Ne var ki Suriye’de gerçekte neler olduğunu; Suriye’nin geleceği konusunda hangi alternatifler bulunduğu; hangi dış güçlerin nasıl bir müdahalesinin gündemde olduğu ve muhtemel bir müdahalede Türkiye’ye nasıl bir rol düştüğü/biçildiği konularında ciddi, özgür ve aydınlatıcı bir bilgilendirme/tartışma süreci yaşanmıyor. Birçok konuda olduğu gibi Suriye sorununda da iki ucun kendi haklılıklarını kanıtlamaya yönelik (dez)enformasyon çalışmalarının yoğunluğu, mesafeli, objektif haber ve yorumların azlığı dikkat çekiyor. Hal böyle olunca vatandaşlar da çaresiz bir şekilde ya kendi içgüdüleriyle hareket ediyor ya da kimin sesi daha gür çıkıyorsa onun görüşüne iltifat ediyor.

Türkiye müdahil olmamalı

Suriye’deki zalimliği tescilliği Baas (Esad) rejimini savunanlar bizi bir “emperyalist komplo”nun söz konusu olduğuna ikna etmeye çalışıyorlar. Suriye’ye müdahale yanlılarıysa Baas rejiminin otoriter/faşizan yönünü öne çıkartarak sadece ve sadece bir “insanlık sorunu”nun söz konusu olduğuna inanmamızı bekliyorlar.

Aynı filmi Irak’ta da görmüştük, eğer Suriye meselesi hallolursa muhtemelen İran’da da göreceğiz. Halbuki emperyalizm ve faşizme karşı mücadele seçeneklerinden birini seçme zorunda olduğumuz dayatmasına boyun eğmek zorunda değiliz. TBMM 1 Mart 2003 günü başka bir seçeneğin de olduğunu tüm dünyaya göstermişti.

Türkiye, dün olduğu gibi bugün de kimsenin suçuna, günahına ortak olmama şansına sahip bulunuyor. Ne var ki Irak’ta batağa saplanmayan Türkiye’nin, bugüne kadar yaşananlardan hareketle muhtemel bir Suriye batağına gömülme riskinin hayli yüksek olduğunu söyleyebiliriz.

Umarım yanılıyorumdur.

Yazının devamı...

Açılım kaldığı yerden başlar mı?

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Tunus gezisi sırasında Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay’a “Bir daha çalıştay filan yaparsanız sakın beni çağırmayın, gelmem” dedim ve şöyle devam ettim: “Siz açılımı yarıda bıraktınız, açılım yanlısı olarak birkaç kişi mayın tarlasının ortasında kalakaldık ve birileri dört bir tanımızda bombalar patlattı!”

İşin şaka kısmı bir yana, adına ister “Kürt açılımı”, ister “demokratik açılım”, ister “milli birlik ve kardeşlik projesi” diyelim, hükümetin Kürt sorununu kalıcı bir şekilde çözmek için başlatmış olduğu süreç bize şunu gösterdi: Bazı hassas, kırılgan konularda yarım kalan adımlar, hiç adım atmamaktan daha zararlı olabiliyor. Bu nedenle yazının başlığındaki sorunun cevabının evet olabilmesi kesinlikle mümkün değil, çünkü maalesef an itibariyle açılımı yarıda bırakmış olduğumuz noktanın çok daha gerilerindeyiz.

Kuşkusuz nerede, kimin, neden hatalar yaptığını sorgulamak bundan sonrası için yararlı olacaktır ancak sorunun neredeyse tüm taraflarının hata yapmada birbirleriyle yarışmış olduğunu düşünürsek, bu sorgulamanın bir yargılamaya dönüşmemesine, ilgili tarafların hiçbirini çözüm sürecinin dışına itecek tutumlardan kaçınmaya dikkat etmek gerekiyor.

Ağır hasar

Peki, kaldığı yerden olmasa da yeniden açılım mümkün mü? Bu sorunun cevabı “kesinlikle” olacaktır, hatta yanına bir de “mecburen” ekleyebiliriz. Çünkü açılımın askıya alınmasından sonra yaşadıklarımız, o hep dile getirdiğimiz, Kürt sorununun baskı politikalarıyla çözülemeyeceği önermesini net bir şekilde doğruladı. Fakat bu süre zarfında yaşananların barışçıl çözüm çabalarını iyice güçleştireceği de açıktır. Her şeyden önce KCK operasyonlarının ardında yatan, Kürt sorununa devlet çizgisi dışında yaklaşmayı suç, yaklaşanı suçlu gören zihniyetle hesaplaşmak ve bundan tamamen arınmak gerekiyor. Yine aynı operasyoncu mantığın, taraflar arasında zaten mevcut olan güvensizliği daha da derinleştirmiş olduğunu akılda tutmak şart. (Operasyoncu mantık derken sadece devleti kastettiğimi düşünenler yanılır, özel olarak PKK, genel olarak Kürt siyasi hareketinin de benzer bir mantığı öne çıkartarak sürecin sabote edilmesinde aktif bir rol oynamış olduğunu biliyoruz.)

Zaman zaman açılımın yeniden başlayacağına dair haberler, analizler, yorumlarla karşılaşıyoruz. Bunların sayısının MİT kriziyle birlikte arttığı ve daha da artacağı açıktır. Çünkü yakın bir zamanda başlayan yeni tür iktidar savaşlarının ana ekseninin Kürt sorunu olması kaçınılmazdır. Yine de kısa zamanda çok büyük değişiklikler beklemek gerçekçi değil. Bunun bir nedeni, özellikle genel seçimler sonrası hayata geçirilen baskı politikalarının ağırlığıysa, bir diğeri de bu stratejiyi hükümete dayatmış olan ve günümüzde de bunda ısrar eden odakların son yaşananlara rağmen hâlâ çok güçlü olmalarıdır.

Bu bağlamda bu Pazar günü Diyarbakır ve İstanbul’da düzenlenecek olan Newroz/Nevruz kutlamalarının nasıl geçeceği, buralarda verilecek olan mesajlar önemli olacak.



Bu kadar

Dün Ahmet-Nedim olayında özel yetkili savcıları bile sollamış olan Alper Görmüş ve Etyen Mahçupyan hakkında bir yazı yazacağımı duyurmuştum. Ne var ki bu süreçte yazıp söylemiş olduklarına tekrar baktığımda aslında buna pek gerek kalmadığı sonucuna vardım. Özellikle MİT krizinden sonra yapılan tartışmalar, dile getirilen gerçekler, örneğin Ali Bayramoğlu’nun analizleri onların Ahmet ve Nedim’i suçlamak için geliştirdikleri argümanların ne kadar temelsiz ve abes olduğunu kanıtladı.

Yine de Alper’e özel bir mesajım olacak: Bazı gazeteciler haber kaynaklarını zor durumda bırakmamak için kendilerini feda ettiler ve tarihe geçtiler. Sen ise, kendi haber kaynaklarını korumak adına başka gazetecilerin mağdur olmasına ses çıkartmadın, hatta onlara yapılan adaletsizlikleri meşrulaştırmaya çalıştın...

Yazının devamı...

Kötülüklere karşı sadece buğz ederek demokrasiyi ilerletemeyiz

Önceki akşam İstanbul’da Sakıp Sabancı Müzesi’nde Açık Toplum Vakfı’nın Türkiye’deki 10. yılı kutlandı. Gecenin en dikkat çeken konukları hiç kuşkusuz bir gün önce tahliye olan Nedim Şener ile eşi Vecide’ydi. (Bilmeyenler ve unutanlar için: “Mahalle baskısı” tartışmaların hemen ardından Açık Toplum’un desteğiyle “Türkiye’de Farklı Olmak” başlıklı bir rapor hazırlanmıştı. Nedim de bu raporu hazırlayan Prof. Binnaz Toprak’ın liderliğindeki ekipte yer almıştı.)

Gecede Açık Toplum Enstitüsü’nün dünya çapındaki ağlarının başkanı Aryeh Neier de bir konuşma yaptı. Çok sayıda yakınını Nazi toplama kamplarında kaybetmiş olan Neier, ABD İnsan Hakları Derneği başkanıyken, 1977 yılında Skokie adlı kasabada Neo-Nazi bir grubun gösteri yapmasının yasaklanmasına karşı çıkmış ve mahkeme kararının iptal edilmesini sağlamış bir kişi. Sırf bu yüzden yaklaşık 30 bin kişinin dernek üyeliğinden istifa ettiği biliniyor.

Bizde de her ne kadar çok kişi, Fransız düşünür Voltaire’e atfen “Görüşlerinize katılmıyorum ama bunları açıklayabilmeniz için sonuna kadar yanınızda olacağım” gibi fiyakalı sözler etse de değil farklı düşüncede olanlarla, kendilerine yakın kişilerle bile, mağdur duruma düştüklerinde dayanışma içine girmekten nedense kaçınıyorlar.

Örneğin sözünü ettiğimiz gecede bir meslektaşımın Şener çiftiyle hatıra fotoğrafı çektirdiğini gördüm. Daha sonra Nedim’e de sordum, geçen 375 gün içinde o kişinin herhangi bir destek yazısı, hatta cümlesini hatırlamadığını söyledi; ben de öyle.

Aynı şekilde Pazartesi akşamı televizyon kanallarındaki yorumları gördüğümde, “Meğer ne kadar kalabalıkmışız da haberimiz yokmuş” diye sordum kendime; aynı soruyu nice zorluk ve engellemelere rağmen Ahmet ve Nedim’e hep sahip çıkmış arkadaşlarımızın da sorduğunu gördüm.

Ertesi gün Ahmet’e, “Tutuklanmaları baştan yanlıştı” diyen meslek büyüğümüzü hatırlattığımda “Kendisiyle en son Agos Gazetesi’nde karşılaştığımızda bana ‘Ergenekoncu’ muamelesi yapmıştı” dedi ki şaşırmadım.

Bir hadis

“Nasıl oluyor da oluyor?” diye soranlara Hz. Muhammed’in bir hadisini hatırlatmak isterim: “Eğer bir kötülük görürseniz, elinizle düzeltin. Elinizle düzeltmeye gücünüz yetmiyorsa dilinizle düzeltin. Dilinizle de düzeltmeye gücünüz yetmiyorsa kalbinizle buğz edin. Fakat buğz etmek imanın en zayıf derecesidir.”

Yani bu son yaşananları, kimilerinin çok eleştirdiği iyimserliğimi öne çıkararak değerlendiriyorum ve tahliyeyle beraber artan desteği, o güne kadar kalbiyle buğz etmiş olanların nihayet konuşmaya başlamalarına bağlıyorum. Zararın neresinden dönülse kârdır. Kimilerinin bir yıl geçtikten sonra da olsa, yaşanan adaletsizliğe karşı çıkmaları demokrasimiz için bir kazançtır. Fakat şunu vurgulamadan da geçemeyeceğim: Kötülükler karşısında sadece kalbimizle buğz etmekle yetinirsek bu ülkede demokrasiyi ilerletemeyiz!

Hayal kırıklıkları

Tabii bir de başından itibaren Ahmet ve Nedim’i suçlu, Ergenekoncu, terörist vs. göstermeye çalışanlar var. Bu tür kişileri kaale almanın çok fazla anlamı olduğunu düşünmüyorum; çoğu gözlerini kapıyor vazifesini yapıyor. Ama bir de, özgürlükçü, sivil, demokrat bildiğimiz ama bu süreçte özel yetkili savcıları bile sollayan bazı isimler var ki onları görmezden gelmek asla mümkün değil. Bu açıdan en çarpıcı örneklerin Alper Görmüş ve Etyen Mahçupyan olduğu açıktır.

Onları, Ahmet-Nedim konusunda yazıp söylediklerini, durdukları yeri bir başka yazıda ele almak üzere...

Yazının devamı...

Sayısız günler çabuk geçmedi

Vatan ve Milliyet gazetelerinin Doğan Grubu tarafından satılmasından birkaç gün sonra, bir Pazar sabahı ünlü bir işadamından bir e-posta aldım. Gazetedeki köşe yazımın içinde Ahmet ve Nedim’in resmini ve tutukluluk günlerinin hesabını görmemiş olduğu için şu soruyu soruyordu: “Yoksa gazetenizin yeni sahiplerinin bir tasarrufu mu söz konusu?”

Neye uğradığımı şaşırdım, hemen gazeteyi aradım ve editoryal bir hatanın söz konusu olduğunu öğrenince rahatladım. Ama bu olay, dostlarımın tutuklanmasından birkaç gün sonra, onların tutuklanmasını saymaya başlamanın sandığım gibi mütevazı bir hareket olmadığını bana net bir şekilde kanıtladı.

Açık söyleyeyim, tutukluluk günlerini sayarak Ahmet ve Nedim’e yalnız olmadıklarını göstermekten başka bir amacım yoktu. Bu gün sayma işi zamanla, Ahmet ve Nedim’e destek veren, onlardan hareketle basın ve ifade özgürlüğünü savunan meslektaşlarıma (ve tabii ki gazeteci olmayan vatandaşlarıma) yalnız olmadıklarını göstermek gibi bir işlev kazandı. Ama daha önemlisi Ahmet ve Nedim’e bu komployu düzenleyenlere, hiç de sandıkları kadar güçlü olmadıklarını, çünkü haksız olduklarını, tam da bu yüzden kaybetmeye mahkum olduklarını suratlarına çarpmanın araçlarından biri haline geldi.

Sonunda günler sayılı olmadığı için çok ağır geçti, 100, 200 gün derken bir yılı hep birlikte devirdik, ama haklı olan, geç de olsa kazandı. Gerek Ahmet, gerek Nedim’in dışarı çıktıktan sonra yaptıkları açıklamalar, verdiğimiz desteğin boşuna olmadığını bizlere bir kez daha gösterdi. Kendileriyle bir kez daha gurur duyduk. Cezaevi ve evlerinin önünde bekleşen meslektaşlarıyla olan muhabbetleri, Ahmet ile Nedim’in ne terörist, ne tecavüzcü, ne soyguncu değil sadece gazeteci, hem de iyisinden olduklarını kanıtlamaya yeterlidir.

“Sakın ha!”

Hayatımda sırf gazetecilik faaliyetlerim dolayısıyla çok iftiralara, dezenformasyon ve itibarsızlaştırma kampanyalarına maruz kaldım. Bunların faillerinden bazıları Ergenekon’dan yargılanıyor, bir tanesi AKP yanlısı bir gazetede köşe yazıp geçmişini unutturmaya çalışıyor...

Neyse listeyi burada keselim. Bu kampanyaların en şiddetlilerinden biri, KCK operasyonlarının iyice çığrından çıktığı bir dönemde düzenlendi ve devlet içinden alındığı belli olan hakkımdaki bazı özel bilgilere bol miktarda yalan katılarak susturulmak istendim.

İşin aslını araştırdığımda, görünürdekinden oldukça farklı bir gerçekle karşı karşıya kaldım. Güvendiğim bir isim bana “Kürt sorunu konusunda yazdıklarından memnun olmayabilirler ama onlar esas olarak senin Ahmet ve Nedim’in resmini kaldırmanı istiyorlar” dedi. “Peki o zaman ne yapmam doğru olur?” diye sorduğumdaysa “sana resimleri koyup tutukluluk günleri saymayı sürdürmek yakışır” cevabını aldım. Bu diyalogun bana, Ahmet-Nedim olayı ekseninde devlet içinde yaşanan ayrışmanın ne kadar derin olduğunu bir kez daha göstermiş olduğunu da vurgulamak isterim.

NTV ve tarafsızlık

Madem bir işadamıyla başladık, bir başkasıyla bitirelim. NTV’de yaptığım Yazı İşleri programının sonlandırılmasının önde gelen nedenlerinden biri işverenimiz Ferit Şahenk’in, Ahmet ve Nedim olayındaki tavrımdan rahatsız olmasıydı. Ona göre benim bu tavrım NTV’nin tarafsızlığına gölge düşürüyormuş. Bu konuda söylenecek çok şey var ama şimdilik susma hakkımı kullanmak istiyorum. Ama bu yazının okurlarının böyle bir zorunluluğu yok.

Alın size iki kelime: NTV ve tarafsızlık...



Zaman aşımı utancı

Dünkü yazımı “Nasıl Ahmet ve Nedim’in tutuklanmaları bir kırılma noktası olduysa, tahliyeleri de bir dönüm noktası olacaktır. Kısaca, MİT krizinin ardından Türkiye’nin normalleşme sürecine gireceği öngörüsü galiba gerçekleşiyor” diye bitirdiğim için kimi okurlar beni aşırı iyimser bulmuşlardı. Yine dün Sivas katliamı davasının zaman aşımından düşmesi ve bunu protesto edenlere polisin reva gördüğü korkunç muamele onları haklı, beni de haksız duruma düşürüyor. Herşeye rağmen iyimserliğimi koruyorum ve korumak istiyorum.

Yazının devamı...

Yanlışta ısrar edenler değil doğruda direnenler kazandı


Ergenekon soruşturmasını yürüten polis şefleri ve savcılar, aradan geçen 375 gün içinde yaşananları önceden görme imkanına sahip olsalardı herhalde Ahmet Şık ve Nedim Şener’e dokunmazlardı. Sonuçta Şık’ın polisler tarafından götürülürken söylediği “dokunan yanar” sözü tam tersinden işlemiş oldu.

Şener ve Şık’ın tutuklanmaları, Prof. Türkan Saylan olayından sonra Ergenekon soruşturmasının ikinci büyük kırılma noktasını oluşturduğu ilk andan itibaren ortaya çıkmıştı.

Cumhurbaşkanı’nın müdahalesi

Adım adım hatırlamaya çalışalım: Önce Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, gözaltıların kamu vicdanını yaraladığını söyledi. O ana kadar herhangi bir konuda ağzını açmamış olan savcı Zekeriya Öz ise yazılı bir açıklamayla ellerinde “gizli deliller” bulunduğunu söyleyerek geri adım atmadı. Fakat kısa bir süre sonra soruşturmanın kritik isimlerinden polis şefi Ali Fuat Temizer ile savcı Zekeriya Öz, terfi ettirildiler ama bu davayla ilişkileri kesildi.

İkinci adım, gazetecilerin üzerlerindeki ölü toprağını atıp Ahmet ve Nedim ekseninde yoğun bir basın özgürlüğü mücadelesi başlatmalarıdır. ANGA (Ahmet ve Nedim’in Gazeteci Arkadaşları) adını alan inisiyatif bir dizi engel ve zorluğa rağmen, iç ve dış kamuoyunda beklenmedik ölçüde büyük etki yaratan dayanışma eylemleri düzenledi. Öyle ki hem Batı’da, hem de Türkiye’yi kendilerine örnek almak isteyen İslam dünyasında ülkemizdeki basın ve ifade özgürlüğüne yönelik ihlaller daha fazla görünür oldu; AKP hükümetinin yaratmak istediği “ileri demokrasi” imajı ciddi bir şekilde yara aldı.

Sonuçta yeni savcı Cihan Kansız’ın, Ahmet ile Nedim’i “terör örgütü üyeliği”nden değil, yardım ve yataklıktan suçlamak durumunda kalması, yapılan yanlışın ilk itirafı olarak kayıtlara geçti.

AKP de rahatsızdı

Bu olayı yakından takip etmeye çalışan biri olarak AKP hükümetinin bu tutuklamalarda birinci derecede dahili ve bundan herhangi bir çıkarı olmadığını gözledim. Hatta bazı önde gelen isimlerin, tutuklamaların içerde ve dışarda doğurduğu tepkilerden son derece rahatsız olduğunu, bu nedenle bir an önce tahliye edilmelerini istediğini de biliyorum. Ama olmadı. Ergenekon soruşturması üzerinden kendi hesaplarını görmek isteyenler, hükümete de direnip (hatta ona meydan okuyup) yanlışta ısrar ettiler. Hükümet de bu ısrara karşı koyamadı, belki de koymadı. Başbakan Erdoğan’ın “bazı kitaplar bombadan daha tehlikelidir” sözü de, bir ayrım noktasında hükümetin tercihini doğrudan yana yapmadığının açık bir simgesi oldu.

Ancak birileri yanlışta ısrar ederken, Ahmet ile Nedim doğruda direndi. Sonuçta, haklı oldukları için, bir yıl gecikmeli de olsa kazandılar. Dolayısıyla bu sürecin esas aktörleri öncelikle Ahmet Şık ile Nedim Şener, ardından onların eşleri, kızları, yakınları, dostları ve basın özgürlüğü için her türlü riski göze alarak onlarla dayanışma içinde olan vatandaşlardır.

Ahmet ve Nedim’e ek olarak Odatv’nin iki genç yazarı, Coşkun Musluk ve Sait Çakır da tahliye oldu. Ancak dünkü duruşmada başta Fikret İlkiz olmak üzere avukatlar ve sanıklar tarafından bir kez daha çürütülen bu iddianameyle kimsenin bir gün daha tutuklu yargılanması normal olarak mümkün değil. Dolayısıyla adaletin tam olarak tecelli ettiği asla söylenemez.

Kaldı ki Türkiye’de basın özgürlüğü sorunu Ahmet ile Nedim’le ve Odatv Davası ile sınırlı değil. 100’ü aşkın gazetecinin cezaevinde olduğu bir ülkedeyiz. Gazetecilere ek olarak Prof. Büşra Ersanlı, yayıncı Ragıp Zarakolu gibi nice aydın da sırf düşünceleri nedeniyle tutuklular.

Şurası açık: Nasıl Ahmet ve Nedim’in tutuklanmaları bir kırılma noktası olduysa, tahliyeleri de bir dönüm noktası olacaktır.

Kısaca, MİT krizinin ardından Türkiye’nin normalleşme sürecine gireceği öngörüsü galiba gerçekleşiyor.

Yazının devamı...

Adaletin peşinde

Geçen hafta, kişisel web sayfam için kaleme aldığım yazıyı (http://rusencakir.com/Siki-bir-muhalif-degil-iyi-bir-gazeteci-olmak/1685) şöyle bitimiştim: “Maalesef, özellikle iktidar savaşlarının iyice kızıştığı dönemlerde bizlerin iyi birer gazeteci olmak için çabalaması savaşan tarafların hiçbirini memnun etmiyor. İyi bir gazeteci değil ‘sıkı bir muhalif’ ya da ‘sıkı bir yandaş’ olmanızı, yani kötü birer gazeteci olmanızı dayatıyorlar. Sanıyorum günümüz Türkiyesi’nde gazetecilik ve gazeteciler ancak, savaşan tarafların tuzaklarının hiçbirine düşmemekle yol alabilir.”

İktidar savaşlarında tarafsız kalmak, temel hak ve özgürlükler, hukuk devleti ve demokrasi konusunda kayıtsız, bu alanlardaki ihlallere karşı tavırsız olmak anlamına gelmiyor. Bu açıdan Ahmet Şık ile Nedim Şener’in tutuklanmalarına karşı meslektaşlarının göstermiş olduğu dayanışma çok parlak bir örnektir ki bugün Çağlayan’daki İstanbul Adliyesi’nde Odatv duruşması nedeniyle buna bir kez daha tanık olacağız.

Hrant’a sahip çıkmak

Ahmet-Nedim olayından önce başlayan bir başka örneği de biliyoruz: Arkadaşlarının Hrant Dink suikasti davasının takipçisi olmaları, onun anısını ellerinden geldiğince, her türlü engelleme ve kara çalmalara rağmen en iyi şekilde yaşatmaya çalışmaları.

İşte bugün, Hrant’a sahip çıkma konusunda güzel bir gelişmeden sizleri haberdar etmek istiyorum. “Biz bu davanın tabii tarafıyız. Yeniden, hukuka uygun, kapsamlı ve sahici bir yargılama için çalışacağız” diye yola koyulan, İslami kesimde yer alan, büyük bir kısmını yakından tanıdığım ve değer verdiğim bir grup aydın bir imza kampanyası başlattı. Yıldız Ramazanoğlu, Cemal Uşşak, Cevat Özkaya, Rıdvan Kaya, Hidayet Şefkatli Tuksal, Ahmet Faruk Ünsal, Üstün Bol, Nevzat Çiçek, Mehmet Bekaroğlu, Abdurrahman Dilipak, Ufuk Çoşkun, Fatma Bostan Ünsal, Yılmaz Ensaroğlu, Taner Ayaz, Betul Ayaz, Emrullah Beytar, Cihan Aktaş, Gülcan Tezcan, Cahit Koytak, Adnan İnanç, Neslihan Akbulut, Hilal Kaplan, Fadime Özkan, Özlem Albayrak, Burhan Kavuncu, Bülent Şahin Erdeğer, Yasin Aktay, Ramazan Kayan, Hüseyin Hatemi, Kezban Hatemi ve Nureddin Şirin’in çağrıcı olduğu metin şöyle:

“Hrant Dink’in katledilmesinin üzerinden beş yıl geçti.

Ancak aradan geçen onca yıl boyunca, bu cinayetin bütün boyutlarıyla aydınlatılması için gerekli irade oluşmadı. Varlığı herkes tarafından bilinen derin fail ortaya çıkarılmadı. İlk günden itibaren, adaletin tahakkukunu önlemeye yönelik kolektif bir bürokratik direnç sergilendi. Bu cinayetin aynı zamanda kendisini de hedef aldığı siyasi irade ise bu direnci kırmak ve adil yargılamanın gerçekleşmesini sağlamak için gereken iradeyi ortaya koyamadı. Kısacası bu cinayeti gerçekleştiren örgüt, yapı ve işleyiş ortaya çıkarılıp cezalandırılamadı, hak yerini bulmadı.

Adaletin yerini bulmasını bekleyen bizler, bu tablo karşısında derin bir hayal kırıklığı içindeyiz.

‘Hak’ söz konusu olduğunda, Müslümanlar meselenin tabiî ve zaruri tarafıdırlar.

‘Bir insanı haksız yere öldürenin tüm insanlığı öldürmüş’ gibi olduğuna inananlar, her durumda adaleti üstün tutmak ve hakikatin şahitliğini yapmakla yükümlü olanlar, bu aleni haksızlık karşısında da susamazlar ve inançları gereği müdahil olmak zorunda oldukları bir davaya kayıtsız kalamazlar.

Müslümanların adaletten yana ağırlık oluşturması ve bu davanın hukuka uygun bir şekilde sonuçlanması için ihtiyaç duyulan desteği sağlaması, adaletin tahakkuku bakımından hayati bir önem taşımaktadır.

İslami hassasiyet sahibi tüm kişi ve kuruluşları kendi davalarına sahip çıkmaya, sorumluluklarının gereğini yerine getirmeye ve heba edilen beş yılın ardından, kapsamlı ve sahici bir yargılamanın gerçekleştirilmesi için her kesimden vicdan sahibi insanlarla beraber daha aktif bir şekilde çalışmaya davet ediyoruz.”

Metne imza vermek isteyenler www.adalettalebimizvar.com adresini ziyaret edebilirler.



Stratfor yayınları yüzünden Başbakan Erdoğan ile Taraf Gazetesi ve Ahmet Altan arasında tırmanan gerilim üzerine bir değerlendirme yazısı kaleme aldım. Okumak isteyenler için: http://rusencakir.com/Bir-bumerang-olarak-Taraf-Gazetesi/1691

Yazının devamı...

“Arap baharı, Türkiye tecrübesinin uzantısı”

Tunuslu İslamcı lider Raşid el Gannuşi demokrasiye geçiş sürecinde sistem ile özgürlükleri aynı anda korumak gibi bir işin üstesinden gelmeye çalışıyor. El Gannuşi, Gül’e “Türkiye İslamiyeti terörizm algısından kurtaran önemli bir tecrübedir. Bir övünç kaynağıdır” dedi.

Önceki gün Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün konuşma yapacağı Ulusal Kurucu Meclis’e girdiğimizde aşırı sayıda Tunus bayrağı bulunması dikkatimizi çekti. Meğer “Selefiler” diye adlandırılan radikal İslamcı gruplardan bir şahıs, bir üniversite binasındaki asılı Tunus bayrağını indirip yerine siyah bir bayrak asmış ve bu da ülkede geniş çaplı tepkilere yol açmış. Meclis’i bayraklarla donatan milletvekillerinin laik eğilimli partilerden olduğunu belirtmeye gerek yok, ancak çoğunluğu oluşturan İslamcı parti Ennahda’nın mensupları da bu milliyetçi tepkinin gerisinde kalmamaya özen gösteriyorlardı. Tıpkı, yine İslamcı olmayan milletvekillerinin birden okumaya başladığı milli marşı onlardan daha gür sesle eşlik etmelerinde olduğu gibi.

Meclis’te Ennahda’nın milletvekilleriyle sohbet ettiğimizde, yeni anayasanın en kritik konusunun “şeriat”a doğrudan referans verilip verilmeyeceği olduğunu teyit etme imkanı bulduk. Tunus’ta tüm partiler anayasada İslam dinine referans vermekte anlaşmışlar fakat “şeriat” konusunda ciddi bir tartışma sürüyor. Ennahda’nın, diğer partilerden gelen direnç nedeniyle bu konuda geri adım atması muhtemel. Nitekim dün sohbet etmek imkanı bulduğumuz Ennahda lideri Raşid El Gannuşi bu konudaki sorumuz üzere “Herhangi bir devlet Müslümanları yönetiyorsa İslam dinine, Hıristiyanları yönetiyorsa Hıristiyanlığa saygılı olmalıdır. Fakat her şey şeriatta yer almaz. Pekçok şey aklımıza bırakılmıştır. Önemli olan adaletin tatbikidir. Allah peygamberleri adalet için göndermiştir” diye konuştu.

Selefi korkusu heryerde

Cumhurbaşkanı Gül, dün öğlene doğru Sadıki Koleji’ni ziyaret etti. Mekteb-i Sultani’den (Galatasaray Lisesi) birkaç yıl sonra, ona benzetilerek kurulan ve Fransızca eğitim verilen bu okulda dört öğrenciyle sohbet ettim. Kendilerini “laik” olarak tanımlayan bu öğrenciler, devrim hakkında “iyi yönleri de var, kötü yönleri de” diye konuştular. “Kötü olan ne?” diye sorduğumdaysa hep bir ağızdan “Selefiler” cevabını verdiler. Özellikle başı açık kız öğrenciler Selefilerden çok korkuyor. “Peki Ennahda?” sorusunaysa, seçimlerden birinci çıkan İslamcı partinin kendilerini korkutmadığı cevabını verdiler.

Sadece Tunus değil, Mısır, Libya ve Suriye gibi Arap Baharı’nın etkisinin hissedildiği tüm ülkelerde karşımıza çıkan Selefilik sorununun önimüzdeki günlerin temel tartışmalarından olacağı anlaşılıyor. Bu ülkelerde İslamcı partilerin öne çıkmasından rahatsız olan kesimlerin Selefileri bir koz olarak görüp abarttıklarını görüyoruz. Öte yandan “ılımlı” İslamcılardan bazıları da “eğer bizi engellerseniz Selefiler başınıza daha büyük bela olur” diye konuşabiliyorlar.

Kolay kolay marjinal olarak adlandırılamayacak olan bu radikal oluşumlar hakkında ne düşündüğünü sorduğumuzda Cumhurbaşkanı Gül, önce “Bu tür hareketler ancak yeraltında var olabilir, yerüstünde başarılı olamazlar” dedi, ardından şöyle devam etti: “Bu tür oluşumlar ve onların eylemleri dindar insanları zan altında bırakır, hayatlarını zehir eder ve dindarlığın yayılmasını engeller. Bunun en çok farkında olanlarsa din adamları ve siyasetçilerdir.”

Nitekim Gannuşi’ye “Ne yapacaksınız bu Selefileri?” diye sorduğumda şu cevabı verdi: “Onlar oğullarımız ve kardeşlerimizdir. Çoğu da iyi insanlardır. Onlarla diyaloğa önem veriyoruz, kendilerini ikna etmeye çalışıyoruz. Fakat eğer başkalarına saldırırlarsa onlara da tabii ki yasalar uygulanır.”

Arap baharı-AKP ilişkisi

Tunus izlenimlerini Gannuşi ile bitirmek istiyorum. Kendisine ilk olarak neden devlette herhangi bir makamı üstlenmediğini sorduğumuzda “Bu görevleri üstlenebilecek çok kardeşimiz var ama benim yaptığımı çok kişi yüklenemez” dedi ve kendi görevini “düşünce üretmek ve siyaseti yönlendirmek” olarak tanımladı. Gannuşi kendisinin de belirttiği gibi, klasik ir siyasetçi değil, öncelikle bir düşünür. Örneğin tam 7 kitabı dilimize çevrildi ve görüşleri ülkemiz İslamcıları arasında tartışıldı, kısmen benimsendi.

Gannuşi’nin Türkiye’yi yakından izlediğini, Erbakan başta olmak üzere Türkiyeli bazı İslamcı şahsiyetlerle iyi ilişkileri olduğunu biliyorduk. Dolayısıyla dün sabah yaptıkları görüşmede Cumhurbaşkanı Gül’e “Türkiye İslamiyeti terörizm algısından kurtaran önemli bir tecrübedir. Bir övünç kaynağıdır. Arap baharı da Türkiye tecrübesinin bir uzantısıdır” demiş olmasına şaşırmıyoruz.

Gannuşi, demokrasiye geçiş sürecindeki yeni Tunus’un sistem ile özgürlükleri aynı anda korumak gibi zor bir işin üstesinden gelmeye çalıştığını söylüyor ve şöyle konuşuyor: “Polis jopuna başvurmadan rejimi nasıl koruyabiliriz, onu çözmeye çalışıyoruz.”

Tabii bir diğer vahim sorun da yüzbinlerce işsiz. Eğer ekonomi belli bir düzene giremezse Tunus’taki devrim, demokrasi, hukuk devleti arayışları bir anda geride kalabilir.

Ancak üç günlük gezideki izlenimlerimden hareketle Tunus’un zorlukların üstesinden gelmesinin imkansız olmadığını söyleyebilirim. Özellikle Kurucu Meclis’te tanık olduğum o samimi heyecanın Tunus’u demokrasiye taşıyabilecek bir potansiyelin dışavurumu olduğunu düşünüyorum.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.