Vesayet açısından bakarsak
.
Başkanlık sistemiyle ilgili tartışma, alışageldiğimiz gibi esas üzerinden yürümüyor. Şu anda tartışan hemen herkesin açısı yakın siyasi gelecek ve Tayyip Erdoğan’dır.
Başkanlık konusuna gelişimizi de hatırlayarak tartışabilirsek, belki yeni açılar getirebiliriz.
2007 yılında AKP’li bir cumhurbaşkanı seçilmesine engel olmak isteyen asker ve “zinde kuvvetler” birkaç tema üzerinden ilerlediler. Cumhurbaşkanının eşinin başörtülü olması sembolik bir müdahale alanıydı. Ama esas amaç “Köşk vesayeti” sisteminin bozulmamasıydı.
‘Köşk vesayeti’, 1961 ve 1971’de oluşturulmuş, 1982 anayasasıyla perçinlenmiş vesayet sisteminin, cumhurbaşkanı katında kurulmuş ‘ana kale’si olarak görülüyordu.
Cumhurbaşkanlarının, sivil siyasetin ve seçimle gelmiş sivil iktidarların üzerinde bir ‘devletçi denetim’ oluşturması, bazı küçük ‘gedikler’ dışında kırk küsur yıldır başarıyla yürümüştür.
2007 yılında AKP, ‘zinde kuvvetler’in baskısı karşısında geri adım atmadı, partinin kurucularından bir cumhurbaşkanı seçti ve başka bir karşı hamle yaptı.
Bu hamle, cumhurbaşkanlarının doğrudan halk tarafından seçilmesine ilişkin anaya değişikliğiydi ve halk bunu referandumda kuvvetle ve coşkuyla onayladı.
Cumhurbaşkanı katının, sivil siyaset ve seçilmişler üzerinde bir vesayet unsuru olmaktan tümüyle çıkması için yapılabilecek bir diğer hamle, cumhurbaşkanı yetkilerinin daraltılması ve bu makamın kümüyle temsil makamı haline getirilmesiydi.
AKP’nin şu andaki tercihi aslında, sonuç olarak aynı noktaya gelen, kuvvetli başbakan yerine halk tarafından doğrudan seçilen kuvvetli başkan sistemidir.
En kısa yoldan tarifiyle, başbakanın elindeki yetkiler de başkana geçecek, eski cumhurbaşkanı katı yok olacaktır.
Şu anda en fazla sorulan soru “Buradan diktatörlük çıkar mı” şeklindedir ve aslında bunun cevabı da yoktur. Geçen yüzyılın siyasi tarihinde iyi işleyen demokratik sistemlerin içinden diktatörlüklerin çıktığı da görülmüştür, kör topal işleyen demokrasilerin daha sağlam zeminli demokrasilere dönüştüğü de görülmüştür.
‘Kuvvetli lider’ meselesi de hem siyasi hem toplumsal bir gerçektir ve her kuvvetli lideri ‘potansiyel diktatör’ olarak görmek de halka güvenmemenin yarattığı hastalıklardan biridir.