Küçük Fikret’in büyük (!) torunlarıyız biz
.
Bu akşam Kadıköy’de Fenerbahçe Galatasaray derbisi var. İki takım da şampiyonluk potasında.
Maçın sonucu, diğer iki şampiyon adayı Beşiktaş ve Medipol Başakşehir takımlarını da yakında ilgilendiriyor.
***
Malum; iki takım arasında oynanan maçlar, çok uzun süredir futbol kalitesinden çok gerginlikleri ve polemikleriyle işgal eder spor gündemini.
‘Ezeli rakip, ebedi dost’ kalıbına pek de uygun olmayan şekilde yani...
***
Dünyada da benzerdir durum aslında.
Özellikle de aynı kentin köklü kulüpleri arasındaki mücadelelerde hep yüksek olur tansiyon.
Ancak dünyadaki örneklerin bizden farkı, saha içinde olanın saha içinde kalmasıdır.
Soyunma odası koridorlarında, şeref tribünlerinde, stat dışında, sokaklarda devam etmez gerginlik. En azından, futbol kültürüne sahip Avrupa ülkelerinde...
Yeşil zemin üzerindeki 90 dakikada yaşanır ve biter bütün sertlik, bütün itiş kakış.
Oyuncular rakip tribünleri tahrik etmez, teknik kadro ve yedek kulübeleri hakemlerin üzerine yürümez, tribünlerden sahaya su şişeleri, çakmaklar ve bilumum yabancı madde yağmaz, oyuncular maç sonu stat kapısında gazeteci dövmez.
Bizde olur, Yunanistan’da olur, bazen belki İtalya’da olur ama misal bir İngiltere’de, İspanya’da, Fransa’da, Hollanda’da, Almanya’da olmaz öyle işler. Olursa da 40 yılda bir, belki...
***
İngiltere, Almanya, İspanya, Hollanda gibi ülkelerde maçtan sonra rakip seyircilerin stadı bir arada terk etmesine gıpta ederiz biz futbol sohbetlerinde.
“Adamlar medeni abi” der birisi mesela.
“Sporu, futbolu bizdeki gibi düşmanlık olarak değil, bir eğlence, bir oyun olarak görüyorlar da ondan abicim” der bir başkası cevaben.
“Her şeyin başı eğitim ve kültür kardeşim” diye devam eder bir diğeri... “Futbolcusu, yöneticisi, seyircisi... Bizdeki gibi cahil değil tabii adamlar.”
***
Şimdi sizle bir anekdot paylaşacağım... Hatıranın sahibi, canlı şahidi, ben bu satırları yazarken yanımda oturuyor.
Onun ağzından aktarıyorum:
- Dolmabahçe’de Fener ile oynuyoruz... İstanbul Ligi... O aralar hep kazanıyoruz Fenerbahçe’ye karşı. O gün de kazandık. Geçmiş gün, yalan olmasın; 1 0’dı galiba. Neyse, maç bitti, biz çıktık Gazhane tarafından... 5 6 arkadaşız... Aramızda maçın kritiğini yapa yapa, pozisyonları tartışa tartışa Beleştepe’den vurduk yukarı, Taksim’e doğru. O zamanlar sadece bir yaya yolu var orada. Daha doğrusu bir patika...
- Keyfimiz yerinde, konuşa konuşa çıkıyoruz yokuşu... Yan yana yürüyoruz ya 5 6 kişi; farkına varmayıp kapatmışız tabii yolu... Arkadan bir ses geldi, “Çocuklar bir müsaade edin” diye. Döndük, kafamızı kaldırdık, bir baktık Fikret. “Aaa, Küçük Fikret” dedi bizimkilerden biri... Duşunu almış, stattan çıkmış, yürüyor o da...
İki yana açıldık, yol verdik. O arada da takıldık gülerek, “Fikret abi, nasıl yendik yine” diye. “Bizi yenmeyi unuttunuz” falan...
- Tam aramızda Küçük Fikret... Kollarını açtı, iki yanındaki ikimizin başlarını okşadı. Babacan bir gülümseme yüzünde... “Tebrikler çocuklar. İyi oynayan, hak eden kazansın. Bir gün de biz kazanırız” dedi. Sonra da “Haydi eyvallah” deyip uzaklaştı hızlı adımlarla...
***
Olay bu...
15 16 yaşlarındaki gençlerden oluşan 5 6 kişilik bir öğrenci grubu... Hepsi Beşiktaş taraftarı. Karşılaştıkları, Fenerbahçe ve dönemin milli takımının efsane sol kanat oyuncusu Küçük Fikret lakaplı Fikret Kırcan.
Ergenler “Abi” diyerek takılıyor, o zamanlar 30’larının başında olan efsane futbolcu da işte böyle davranıp, bunları söylüyor.
Bu olay 1951 senesinde yaşanıyor. 1951...
***
Bu anısını anlatan, o çocuklardan biri. Mustafa Çelik... Babam...
Bugün 83 yaşında... İnönü Stadı’nda ilk maçını 1949’da seyretmiş birinden söz ediyorum. 1949...
16 yaşında, maç çıkışı bunu yaşamış... Hani bugün, İngiliz’e, Fransız’a, Hollandalı’ya, Alman’a özeniyoruz ya...
“Bizim gibi değiller” ya da “Biz onlar gibi olamayız” deyip gıptayla izliyoruz ya...
1951 diyorum size... İstanbul’da, bir derbinin ardından...
Bugün de bir derbi var İstanbul’da.
Bilmem anlatabildim mi?
Haydi iyi derbiler...