Vahşetle varılamayacak yerler
.
O fotoğrafı sosyal medya aracılığıyla gördüm. Eski bir fotoğraftı. Şu gencecik askerlerin önüne kattıkları şu gencecik ‘kurbanlarının’ fotoğrafları. Aynı toprakların çocukları insanın kanını donduran bir ölüm oyunu sonrasında kameraya poz vermişti. Yaşadığımız coğrafyadaki hali göstermesi açısından içler acısı bir fotoğraftı. İnsanda söz bırakmayan bir fotoğraf... Ancak sosyal medya her zamanki harareti ile konuşmaya devam ediyordu. Şiddetin egemenliğinde sarf edilen her sözün yeni şiddet tohumları saçtığını her defasında, üstelik yaşayarak görüyorduk. Bu bir zehir ve beslendiği yer az çok belliydi: Nefret. Ancak asıl olan bu nefretin ardında yatanlardı.
O eski fotoğrafa bakarken aklıma eski bir film düştü. The Deer Hunter (Avcı). Kendi halindeki insanların savaşa gittikten sonra savaşın cehenneminde nasıl kavrulduklarını, aralarında sağ kalanlar varsa bile artık onların canlı olamadığını anlatan bir filmdi o. Sadece savaşa gidenler için değil, savaşta geride kalanlar için de aynı yitişin öyküsüydü. Av eyleminin hem avı hem de avcıyı bitiren hazin yüzüydü savaş. Bu yüzden o fotoğrafa baktığımda da ‘canlı’ kimseyi göremedim.
Ne canlı birini ne de galip birini!
O fotoğrafın ardından sağ kalabilmiş ve ‘evine’ dönmeyi başarabilmiş Türk gençlerini düşündüm. Günlük yaşama nasıl katılabildiklerini ya da katılamadıklarını, rüyalarında gezinen sesleri. Şiddetin zihinlerine kazıdıklarını, onlardan çaldıklarını.
O fotoğrafın ardından içine ateş düşenleri de düşündüm. Kürt gençlerini. O fotoğrafta tanık oldukları şiddetin içlerine düşürdüğü intikam duygusunu. O intikam duygusunun nasıl barınaksız, nasıl geleceksiz bir duygu olduğunu.
O fotoğrafa odaklanmamın temel nedeni budur. O fotoğraftaki şiddetin başta o fotoğraftakiler olmak üzere hepimizi kavurmuş olduğu gerçeği.
Şimdilerde farklı mı? Yaşadıklarımız pek de farklı olmadığını söylüyor. İnsan ruhunun her kim olursa olsun ‘savaş ve çatışma’ ortamında nasıl lime lime olabileceğini anlamak bu kadar zor mu?
Burada elbette medyanın oynadığı rol önemli. Uludere’yi bile doğru dürüst araştırmayan bir ulusal medyadan söz ediyoruz. 90’lı yıllarda toplumdaki kutuplaşmayı artırmak adına aynı medyanın oynadığı irkiltici, şiddeti artırıcı rol az buz değildi. Medyanın bu anlamda sınıfta kaldığı ortada.
Aynı durum PKK şiddetinde doğruyu aramaya çalışanlar için de geçerli. Şiddetin içinden doğan vahşetin içinde doğruyu aramak tek bir olasılıkla mümkündür: Sağduyuyu ve vicdanı kapı dışında bırakarak. Ki yıllardır yapılan bu.
Koşullar her neyi yaratmış olursa olsun bu rezil ilmeğe bir ilmek daha eklememenin tek yolu savaşı, şiddeti istememekten geçiyor. Yeni şiddetlerin yaratılmaması için belki de tek şansımız bu.
tahakkümden, geçmişin yüklerinden kurtulabilmenin bir yolu hâlâ var. Ancak böyle özgür olabiliriz! O özgürlük ise böylesi eski fotoğrafların gölgesinde, o gölgede gezinenlerde değil eşit yurttaşlık çerçevesinde yeni ilişkilere kanat açtığımız bir kamusal alanda buluşabilmekle mümkün.