Surönü Diyalogları
.
Nicedir, bu suskun zamanda ağlamak istiyordum.
Surönü Diyalogları’nı okurken oldu bu.
‘Sevgili Müge’ye Oya’dan’ yazısıyla birlikte başladım, bir çırpıda, bir solukta okudum.
Oya Baydar, Oya’cığım...
‘Surönü Diyalogları’, bu hüzün dolu güzelim kitap Mehmet’ten (Mehmet Yaşın) alıntılanan satırlarla başlıyor. Paylaşayım:
‘Biz iki tarafta da olamayız
Çünkü ikisiyiz ve başka biriyiz
İnanmak istemedin
Biz yalnızlığın ta kendisiyiz.’
31 Aralık 2015 tarihi düşülerek başlamış kitap.
‘Surların, güllerin, çiğnenmiş çimenlerin, yıkık duvarların, delik deşik asfaltın üzerine kar yağıyor.’
O günü hatırlayarak takip ettim satırları. Hep birlikte gitmiştik geçen kış, yılbaşına bir kala. Sur’a yürümüştük. Günlerden sonra ilk kez oraya yürüyenlerdendik. Gece, Diyarbakır Havaalanı’na tepeleme kar yağmaya başlamıştı. Yine de uçak kalkmıştı. Aynı gece, sabaha karşı patinaj yapa yapa arkadaşlarım beni İstanbul’daki evimin yakınlarına bir yere bırakmıştı. Eve doğru yürürken Fellini karelerini aratmayacak bir filmdeydim sanki. Sokak lambalarının sarı hülyalı ışıkları altında 31 Aralık, gece bahçelerine hiçbir şeyi umursamadan lapa lapa yağmaya başlamıştı. O saatte bile çoluk çocuk kartopu oynamak için sokaklardaydı. Bu kadar arada kalmanın soluksuzluğunu, kendi gölgemin sarı bir karartıyla karlar üzerine yansıyan biçimiyle gördüğümde geride bıraktığım Surönü’nün yalnızlığı, talihe küskün bir mırıltıyla dökülmüştü dudaklarımdan. 2016’dan ne beklediğim-iz sorusu, sanırım, böylesi kocaman, sessiz, dünyayı iki-üç tur sarmalayabilecek dipsiz bir mırıltıydı.
Surönü Diyalogları’nı okurken benzer bir mırıltı yükseldi içimden.
‘Dağların, kırların, denizlerin kendi sesleri vardır. Bu şehrin de vardı. Yer yer uyumsuz, yer yer sert, bazen bir dua, bir yakarış, bazen isyan türküsü; çok sesli çok nameliydi şehir. Şimdi ölüm sessizliğinde...’
Hemen belirteyim ki Oya Baydar, kitabın sonunda, 1 Nisan 2016’dan seslenirken bu kadar umutsuz değil. İnsandan yana, ta Elveda Alyoşa’da beni büyülediği diliyle, bir vedanın içerisinden bir merhaba, bir merhaba içerisinden bir veda, bir buluşmadan sonsuzluğa ulaşabilecek bir başka buluşma pusulası çıkarmayı başarıyor. Hemen her seferinde gözlerinde rastladığım o derinlikle Suriçi’ndeki tarifsiz dönüşümü, o dönüşümün üzerimizdeki kefaretini, yazgısını, ortaklığını (evet ortaklığını) Küçük Prens’in serzenişiyle aktarıyor bizlere. Bir kısmımıza, yani milliyetçilik tozunu yutup sentetik bir dünyada ezberlerle yaşamak ve savaş türkülerinde gezinmek yerine oraya gitmiş olanlara, orada gerçekten neyin yaşandığına tanıklık etmiş olanlara, en azından oraya gitmeyi, orayı düşünmeyi bir vicdani hesaplaşma olarak algılayanlara, ya da oraya gideceklere başka bir açıdan dünyaya, kendilerine ve dostluğa bakma şansı sunuyor. Diyaloğun aslında, gerçekte ne işe yaradığının içten, samimi bir cevabı da diyebiliriz buna...
***
‘Küçük Prens vedalaşmaya geldiğinde ‘Ağlayacağım’ der Tilki. ‘Senin suçun. Seni evcilleştirmemi kendin istedin’ der Küçük Prens. ‘Evet, biliyorum’ der Tilki. ‘Ama ağlayacaksın, ne kazandın?’ diye sorar Küçük Prens. ‘Buğday tarlalarının rengini kazandım’ der Tilki. ‘Ben ekmek yemem, buğdayların rengi hiçbir anlam ifade etmezdi bana. Ama senin altın rengi saçların var, altın rengi buğday tarlaları bana seni anımsatacak, buğdayların arasından esen rüzgarın sesini seveceğim. Az şey mi?’
Oya Baydar’ın ‘Nereye varmamız gerektiğini bilmiyorum ama ben kazandım’ cümlesi, dediğim gibi bambaşka bir mesaj aslında.
***
Muhammed Ali’yi kaybettik. Boksörlüğü mü? Elbette, spor camiası, boks severler onu öyle tanıdı. Ama Vietnam Savaşı’na gitmeyi reddetmesi ile bütün dünya.