Siz Sevdalı Bulut’u bilin çocuklar
.
‘Ayşe kız bir öpücük yolladı parmaklarının ucuyla buluta. Ayşe kızın öpücüğü buluta ulaşınca, bulut şöyle bir şaşırdı. Ama sonra toparlandı, koskocaman bir gül biçimini aldı.’
Nazım Hikmet, Sevdalı Bulut’tan (YKY)
***
İzmirli Cem’le konuşuyoruz: ‘Hadi bu masala gel’ diyorum.
‘Sevdalı Bulut... Hımmm. Şey, peki ya siz, Somalı çocukları yazdınız mı?’ diye soruyor. ‘Yok’ diyorum ‘Daha henüz onlar için bir şey yazamadım.’ İzmir’in bulutlarından Cem’in saçlarına yansıyana bakıyorum. Çocuklara özgü cesaretle ‘tamam’ diyor. ‘İşe bak... Bayram sürprizi mi bu? Peki. Bu masala gelirim. Yalnız bir şartla! Elektronik gitarımı da alacağım yanıma!’ Elektronik gitar şeklini almış Sevdalı Bulut’a bakıyorum. Muzipçe gülümsüyor.
Birlikte Sevdalı Bulut’a binip Hakkari’ye gidiyoruz.
Sonracığıma Hakkari’de, ağıtlara sarılmış o kentte, sarı saçlı Alev kızla Sümbül Dağı’na bakarak tetris oynuyoruz. Cem Somalı arkadaşları için bestelediği şarkıyı çalmak istiyor o zaman. ‘Çal bakalım’ diyorum. O, hüzün ve yine de umut dolu bestesini çalarken Alev bir yerden sonra başını omzuma dayıyor, ben de onun sarı saçlarına usulca koyuyorum başımı. Sümbül Dağı, yanına yanaşmış sümbül şeklini almış bir bulutla birlikte, bütün heybeti ve çıplaklığıyla, durmuş öylece bize bakıyor. ‘Gelmişken oraya da gidin gençler!’ diyor. ‘Yolunuz açık olsun.’
Sevdalı Bulut ‘tamam’ diyor. Gani gani bir sevecenlik var bu bulutta. Sanki dünyadaki bütün iyi insanların iyi dileklerini taşıyor içinde. Başta da Koca Nazım’ın. Sümbül Dağı ile vedalaştıktan sonra sevdanın bütün gözü karalığıyla alıp bizi Kobane’ye götürüyor Sevdalı Bulut. Delirmiş bu bulut delirmiş! Gözleri fal taşı gibi açılmış çocukların gözlerinde birer ışık seli oluyor. Sevdalı Bulut’u, bir atlıkarınca gibi gören Kobaneli çocuklar, artık korkmuyor. Ne şimdiden ne de gelecekten. Yalan değil, zamanı unuttuğumuz bir fasıl oluyor bu. Kobaneli çocuklara soruyoruz, ben, Alev, Cem. ‘Ne istersiniz?’ Onlar ne sorduğumuzu anlamaksızın, gökyüzünü işaret ediyorlar. Sevdalı Bulut’u mu, atlıkarıcayı mı, sevdayı mı, yaşamı mı, yazıyı mı, belli belirsiz, anlamıyoruz. Anladığımız tek şey var, o da mutlu olmak istedikleri. İstanbul’daki, Madrid’deki, Helsinki’deki, New York’taki, Milano’daki, Paris’teki, Londra’daki çocuklar gibi, onlar kadar mutlu olmak istedikleri... Mutluluğun okuma hakkı, yaşama hakkı, insan olma hakkı ya da sadece mutlu olmak demek olduğunu işaret etmek istercesine.
O zaman Sevdalı Bulut’a bakıyorum. Masaldaki Ayşe olmak için fazla büyümüşüm. Yine de bu ona bir öpücük yollamama engel olmuyor. O da ne! Sevdalı Bulut çocukluğumun esaslı günlerindeki bir yaz gülüne dönüşüveriyor.
***
Bir 6 Ekim’de, Dünya Çocuk Günü’nde, bir bayramın ‘hüznüyle’ yazıyorum bu satırları. Neden hüzün? Hayatta en çok ürktüğüm o sözcüklerin başında gelir ‘kurban’, belki o yüzden. Kurban sözcüğü, neresinden bakarsam bakayım daraltır içimi. Birileri için birilerinin ateşe atılması gibi gelir.
Çocukları, kendi heveslerine kurban eden birilerini gördüğüm zamansa Sevdalı Bulut’a binip gidesim, çok fena gidesim gelir bu diyarlardan.