Panço!
.
1 Mayıs’ta ne işin vardı orada be Panço?
Alemsin, alemsin işte! ‘Kadehimde sakız rakısı, dilim kekeme, elimde olta, oltanın elinde zoka, sandalda Barba Stanco, küpeştede Sivriada, yıldızlar bağrımda’, senin fotoğrafına bakıyorum öylece. O öyküyü okuyalı yıllar olmuş. Unutmuşum, eh doğal bu, usul usul çizgilerle dolmuşum, yarı küskün yarı mutluyum. Her zamanki gibiyim, anlayacağın. Şaşırma: 1 Mayıs’ta evdeyim, dışarı çıksam da Taksim’e çıkamayacağım, yasaklıyız. Hoş her şey yasak bize. Tek gerçek var bu ülkede. Onun da adı yasak. 1 Mayıs’ta böyle. 2 Mayıs’ta kim bilir, nerede, nasıl. Sen demeden ben söyleyeyim: Başka bir yasakta, elbette! Ama dur bi dakika! Derdim bu değil bugün. Bugün derdim sensin Panço! Zır gönüllü Panço seni, kerata...Haberleri takip etmeye çalışıyorum. Derken...Sen! Bilgisayarımın ekranında soluk görünüyorsun, ama o sensin, biliyorum, anladım herkesten önce.
‘Valla bu bizim Panço’ dedim. Başka da bir şey demedim. O sırada ‘Yıldızlar asılmıştı ağaçlara.’ Ve sen, Allah senin iyiliğini versin emi, yine çok şefkat doluydun Panço.
Taksim’desin ve ustanın son öyküsünde geziniyorsun. Ama yeni bir öykünün de konususun besbelli.
Al bu da benden olsun o zaman: ‘Polisin tekmesinin o dakkasında, şiddet balçığının ortasında bir köpek, bir çocuğun yanında tüm suların derinliğinde fosforlu bir şefkatle bekliyor, şefkatle susuyor, ama aynı zamanda şefkatle konuşuyordu’
Panço bu yapar mı yapar, bir köpek olarak geri geldiğine şaşırdıysam namerdim.
Bellek pek tuhaf bir nane, bilgisayar bana ben bilgisayara öylece baktık durduk bir müddet, sonra tık diye hatırladım: ‘Hayvanlar insanları öpüyordu. Köpekler konuşuyor, insanlar havlıyordu.’
Şaşırmadım ve hemen yapıştırdım: ‘İnan olsun bu Panço!’
Canımsın be!
‘Canımsın, ağacımsın, ırmağımsın, denizim benim’
Bu sensin kesin. Ne diyordu Usta:
‘Dünyanın bütün sandallarına bineceksin. Elinde naylondan 35’lik bir oltayla deniz diplerinden balık sanıp fosforlar, yakamozlar, pırıltılar yakalayacaksın.’
O fosforları gördüm ben Panço. İki gözüm canım. Herkes gördü. Bana bu yeter şimdilik. Ama yine de aklından geçirirsen:
‘Bil ki ben Taksim Meydanı’nda, abidenin önündeki çayırın kısa parmaklıklı demirlerine oturmuş seni düşünüyorum.’
***
Meraklısına: Sait Faik’in son öyküsüdür Kalinikhta. Vedadır bir çeşit. Hüzündür, inançtır, coşkudur, ‘millet ne derse desin ben buyum’dur, alçakgönüllü bir direnç vardır satırlarda, aşk vardır, bilinçte bir kırılma vardır besbelli ama bir o kadar da sağlamdır anlatılanlar. Neyi mi anlatırlar? İnsanı elbette. İsteyen Sait Faik’i bulur bu satırlarda, isteyen kendini. İsteyen, Usta’nın en esaslı karakteri Panço’yu... Tamamen okuyanın algısına ve hayatta nerede durduğuna bağlıdır satırların önünüzden akışı. ‘Kim güçlüyse o haklıdır’ ezberiyle büyüyenlere nasıl etki yapacağı ise tarafımca merak konusudur.