Ordu edebiyatla çok daha güzel
.
Kurşuni bir denize yaslanmış, yeşili göz kamaştıran bir rüyanın içine dalmıştım sanki. Canlı bir tablo gibiydi Karadeniz. Beni kocaman bir ‘Pikap’la havaalanına bırakan İlyas Bey, sabahtan beri bir yağıp bir duran yağmurun ve ilginç bir sohbetin içinden geçerken ‘her rengin bir yaşı var’ deyiverdi. İnsan ömrünün sınırlılığı anlamında elbette haklıydı. Ancak iş Karadeniz olunca rengin sınır tanımazlığı ya da sonsuzluk hissi diye de bir şey vardı. Aralık pencereden içeri atıştıran yağmurun deniz üzerindeki hali de bunu söylüyordu zaten. Yaş ya da zaman dinlemeden, renklerin hepsini yutup, hepsini yansıtarak öylece karşımda duruyordu o engin su parçası. Çok tanıdık bir duyguydu bu. Ne tuhaf, kısa bir süre sonra zihnimdeki edebiyatın tanımının da bu olduğunu fark ettim. Yaşamdan çok ötede, buna rağmen mucizevi bir çelişkiyle yaşamla iç içe; yaşamı aşan, aşkın bambaşka bir denizdi edebiyat.
10-14 Ekim tarihleri arasında gerçekleşen 3. Uluslararası Edebiyat Festivali için Ordu’daydım. Kentte tek bir gün kalabilsem de orada olmaktan çok mutlu oldum. Bir kere olağanüstü güzellikte bir kent, ikincisi, Ordu’da artık bir ‘Yazarlar Evi’ var. Bu da çok yakın bir zamanda Doğu Karadeniz’in edebiyat ve sanat anlamında bambaşka açılımlara sahne olacağı anlamına geliyor. Buluşmalar, toplantılar, çıkacak dergiler, uluslararası kültürel bir hareketlilik, yerelliğin aşılması, farklı kimliklerin bir araya gelmesi ve daha neler neler...
Festivale ev sahipliği yapan belediyeyi içtenlikle kutluyorum ve ülkemizdeki diğer belediyelere öncülük edebilecekleri (umudu) için teşekkür ediyorum. Kültürün bu kadar yok sayıldığı bir ortamda dünyanın birçok ülkesinden bu kadar yazarı ve şairi toplamak, bir araya getirmek kolay iş değil, ancak şunu da görüyoruz ki ‘demek ki isteyince oluyor!’
Katıldığım toplantıda (konuşmacı sayısının çokluğundan ötürü moderatörümüz Üstün Akmen’in deyişiyle söyleyecek olursam ‘butik panel’de) birçok meslektaşım öykü ve romanın ne anlama geldiğini anlattı. Bir kısmımız ise salondaki genç nüfusa yönelik konuşmalar yaptık. Bunların başında gençleri okumaya nasıl yönlendirebileceğimiz konusu elbette çok önemliydi. Türkiye’nin ve dünyanın içinden geçtiği yeni ‘dünyalılığımıza’ nasıl ayak uydurabileceğimiz, bunların kurguya nasıl yansıyabileceği, bu anlamda geçmişten nasıl ders çıkarabileceğimiz... Kısacası kendi içimizdeki sonsuzluğu nasıl yakalayabileceğimiz. Bu sonsuzluk fikrini gençlerle buluşturmanın bir yolu olmalıydı. Olmalıydı da nasıl? Örneğin, okumanın en başındaki genç bir kitleye ağır klasiklerin okutulması pek de parlak bir yöntem sayılmazdı.
Salondaki bir edebiyat öğretmeni müfredattan, bu müfredatın dayattığı kitaplardan, sene sonundaki sınavlarda bu kitaplarla ilgili çıkan sorulardan bahsetti. Bu yüzden ellerinin kollarının bağlı olduğunu, çocukların çok daha ilgisini çekebilecek çağdaş edebiyatı zamansızlıktan izleyemediklerini belirtti ve böylelikle çok önemli bir konuya daha parmak basmış oldu.
Hiç kuşku yok ki gençlerimiz için daha yaratıcı olanı bulmamız gerekiyor çünkü iyi edebiyat için ‘iyi edebiyat okuru’ ha deyince olmuyor! Buna ciddi emek harcamak gerekli. Bu ise Milli Eğitim Bakanlığı’nın listesiyle olacak gibi değil! Dahası biz yetişkinler için çok çarpıcı olabilirler ama 13-14 yaşlarındaki gençler için klasikler bir işkence anlamına gelebilir. Denizi saran bir ufuktan bahsediyoruz bahsetmesine ama yüzmeyi öğretmeden denize atıveriyoruz onları ve ‘yüz’ diyoruz. Olacak iş değil! Sırası gelmişken söyleyeyim: Milli Eğitim Bakanlığı’nın şu okuma listesi takıntısından vazgeçmesi çok hayırlı olacak!
Diyeceksiniz ki herkesin ufku kendine! Doğrudur. Ancak konu kitap, edebiyat, sanatsa o ufku yakalayabilmek için kültürel bağların çok kuvvetli olması gerekiyor. Bunu da yapacak olan korku, çelişki ve öfkeden beslenen siyasi manevralar, bu manevraların insanları güruh gibi gören sıradanlıkları değil, olsa olsa insanı ve yaşamı işaret eden sanat yapıtlarının bizlere fısıldadıklarıdır.
Ordu’dan böylesi bir ufukla ayrıldım işte.