Nöronlar, bekle bizi!
.
Psikesinema (dergisi) son sayısını Nörobilim ve Sinema başlığıyla çıkarmış. Hatta kapakta da LucBesson’un 2014 yapımı Lucy filminin baş kahramanı Lucy’yi (cazibeli ScarlettJohansson ) kullanmış. Dergideki birçok ilginç yazının yanı sıra, hem Lucy filmine hem de popüler kültürün dayatması sonucunda zihnimizde oluşan bir aldanışa parmak basan bir yazı var dergide.
Filmi kısaca özetlemek gerekirse: Uzakdoğu’nun uyuşturucu kartelleri arasında kendini bir uyuşturucu kuryesi olarak bulan Lucy, etkisi çok güçlü olan bir uyuşturucu maddeyi kazayla aşırı dozda yüklenir. Bu yüklenme sonucunda da beyninin yüzde yüz çalışmasına tanık olur. Sonra neler olur neler. Lucy’nin beyninin tam kapasite çalışması o kadar yorucudur ki sonunda beyni infilâk eder ama bundan insanlık kazanır.
Bu mit gerçek mi?
Mine Sezgin ve Başar Bilgiç, dergideki yazılarında Besson’un filminde sorulan ‘gerçekten beynimizin belirli bir yüzdesini mi kullanıyoruz?’ sorusunu masaya yatırmışlar. Aslında beynimizin yüzde 10’unu kullanıyoruz mitinin ve artan kullanım yüzdesiyle hayatımızda ne türde değişiklikler olabileceği efsanesinin 1800’lü yıllardaki bir kitaba dayandığını belirtmişler. Kitabın yazarı Willam James, TheEnergies of Man (İnsanın Enerjileri) eserinde bu duruma değiniyor ve insanın mental kapasitesinin çok azının kullanıldığını iddia ediyormuş. Sezgin ve Bilgiç, bunun son derece temelsiz bir argüman olduğunu, popüler kültür ve pazarlama stratejileri yüzünden doğruymuş gibi algılandığını söylüyorlar.
Üstelik, bunu söyleyen sadece onlar da değil. Müjdeyi verme zamanı: Nörobilim beynimizin yüzde yüzünü kullandığımızı söylüyor. Buna karşın, onu daha fazla kullanmak istediğimizi ama beynimizin nihayetinde hassas, narin ve küçük bir organ olduğunu, dolayısıyla kapasitesinin ‘şimdilik’ buna uygun olmadığını belirtiyor. Ya gelecekte? Yazarların belirttiğine göre beynimizi geliştirmek için sentetiklere değil evrim sürecine ya da nitelikli yeni nöral şebekelere ihtiyacımız var. Kısacası zaman her şeyin ilacı diyebiliriz, yani şimdilik!
Tekrar filme dönecek olursak: Film iyi gişe hasılatı yaptı. Peki bunun nedeni ne? Samimi bir itirafta bulunmak gerekirse, filmi büyük bir ilgiyle izleyenlerden biriydim. Özellikle bir kadın kahramanın uyuşturucu karteli özelinde duygularından arınarak dünyaya ve evrene verdiği mesajı fazlasıyla ilginç buldum: İntikam alınır ve kötüler cezalandırılır (Monte Kristo mantığı?). Ancak buradaki bir diğer soru da şudur: Neden bu tür kahramanlar insanlarda bir arınma duygusu yaratıyor? Yani kısacası 21. yüzyılda neden hâlâ bizim adımıza konuşmasını özlediğimiz kahramanlara ihtiyaç duyuyoruz?
Elbette bir de şu: Gerçek hayatta atamadığımız adımları doğaüstü güçlerde arama telaşı ya da zihin okumayı özleme merakından ne zaman kurtulacağız? Örneğin beddualarla işi halledeceğini düşünen bir toplum (diyelim ki biz) neden ayağa kalkıp kendi gücüyle hemen her şeyi değiştirebileceğine bir türlü inanamaz?
Ya da şunlar: Neden o toplum kendine inanmaz? Neden hayatı yaşamak yerine korku, öfke ve endişeyle seyreder? Neden kendi şikayetleri adına ağzı laf yapan bir sözcü arar? Neden narsist kahramanlar, liderler yaratır? Neden bunları devirmek için yeni kahramanları, yeni sözcüleri bekler? Neden onları da bir biçimde narsistleştirir? Neden kendi geleceğine kendi elleriyle sahip çıkmaz?
Uzar gider bu sorular. Değişemezsek, daha da...