Hey onbeşli onbeşli
.
‘Evlatlarımızı da, kendimizi de feda etmeye hazırız.’
(Huzurlarınızda bir meçhul asker anıtına altın harflerle kazınmaya layık bir cümle! İmza ise, yer ve zaman tanımazlığıyla neredeyse anonim.)
Bu şatafatlı sözün üzerine kendi halinde bir türküyle başlamak istiyorum yazıma.
Hey onbeşli onbeşli
Tokat yolları taşlı.
Onbeşliler gidiyor
Kızların gözü yaşlı.
Neşeli gibi görünen bir ritme dolanmasına rağmen Çanakkkale’ye cepheye giden gencecik çocukların öyküsüdür bu türkü; bir yaz sabahına bir yaz şalı gibi sarılmış bir rüzgârdır. Kahramanlık marşlarında olmayan bir sahicilik vardır türküde. Savaşa gidenlerle savaşa gidenlerin yakınları ve sevenleri arasındaki o eşsiz ipekten bağa usulca dokunur, büyük sözler etmeden ateşin düşeceği yeri yakacağını hissettirir ve yaşama kaldığı yerden devam eder. Nereye kadar mı? Besbelli bir sonraki savaşa kadar! Değişmeyen bir yas kuralıdır bu: Savaşta gençler ölür ve en çok kadınlar ağlar.
Anıtlar
Yukarda meçhul asker anıtı dedim ya, sırası gelmişken bunu biraz açayım. On yıl kadar önce Çanakkale’deki bir konuşmadan sonra beni ısrarla anıtın olduğu yere götürmek isteyen bir kadın vardı. Heyecanlı heyecanlı anlatıyor, ‘göreceksiniz oradaki o büyük kahramanlığı, insanların nasıl kahramanca kendilerini feda ettiklerini ve gurur duyacaksınız onlarla’ deyip duruyordu.
Dönüş biletim yüzünden buna zamanım yoktu ve ayrılırken şöyle söylediğimi hatırlıyorum ona: ‘Keşke yaşasalardı. Bunca kahramanlığa, ölüme meydan okuma cesaretine rağmen, ufak da olsa bir yaşama seçenekleri olsaydı keşke.’
Yol boyunca bir sürü şey düşünmüş sonunda tuhaf bir sahneye asılı kalmıştım. Babaannem ve birer fidanken Çanakkale’de yitirdiği dayılarına. Babaannem ne zaman onlardan bahsetse uzaklara dalar gider, gözlerine, hiç tanık olmadığım tuhaf bir perde inerdi. Savaş, bu inatçı kadının dilinde kocaman bir sessizlikti. Ve sanırım hiçbir anıt, onun gözlerindeki bu yas dolu perdeyi aralayabilecek bir güce sahip değildi. ‘Gençliğim eyvah’ o perdenin gerçek adıydı. Sadece başka bir türküde gezinen bir söz değil sahici bir feryat.
***
Kendi evlatlarına adacıkları layık gören bir zihniyetin ‘evlatlarımız’ dediği ve gencecik çocukları, kirli kirli planlarla topraklara bırakmaya niyetlendiği kritik bir döneme giriyoruz. Bir yandan da Nazan Üstündağ’ın belirttiği gibi ‘Bütün barış süreçleri birer mücadele sürecidir; devletlerin süreçten beklentisi ve örgütlerin beklentisi örtüşmez’ diye bir gerçek de var. Devletin ve örgütün birbiriyle restleştiği bir dönemde olduğumuz da aşikâr.
Bunların hepsi gerçek. Ancak bir gerçek daha var ki hiç atlanmaması gerekiyor. Bu ülkede hâlâ kahramanlık ölümle sınanıyor. Ve insanlar buna inanıyor, inanmak istiyor.
Sevgili okurlar bu ülkede çok genç insan kanı döküldü. Ve kan yaşamdan daha değerli değildir. Dünyanın hemen her tarafındaki meçhul asker anıtları bunun böyle olmadığını söyler ama tam da burada o çocukların annelerine, babalarına, yakınlarına sormak gerekir bu soruyu. Asıl cevap her zaman oradadır. Ve muhtemelen bayraklara sarılarak evlerine getirilen sessiz genç tabutlarda. Ve o genç tabutlar konuşamazlar. Ne yazık ki konuşamazlar.
Bu yazıyı da BertoltBrecht’le bitirelim.
Savaş istiyoruz!
En önce vuruldu
Bunu yazan.