Hayat...
.
Melih bir teneffüs boyunca Levent’i arıyor. Levent cabbar ve işbilir, hatta kurnaz olan; Melih bilge olanı, ağır insan, 7 yaşında. Melih’in sınıf arkadaşı Levent tombik, hatta hantal bir şey, zeki, bıçkın, parlak bir oğlan. Melih tüy gibi, rüzgâr gibi biri, zeki ve çok duygusal. Arkadaş ve bir şekilde kader ortağı olmuşlar Melih ile Levent. En azından Melih öyle düşünüyor. Levent? Kim bilir... Ve başlıyorlar bir oyuna. Galiba adı saklambaç ya da kovalamaca. Gelin görün ki bir teneffüs boyunca, dile kolay 30 dakika, Melih Levent’i bulamıyor. Bahçede, okulda, havada karada bakmadığı yer kalmıyor. Yok. Levent kuş oldu gitti, toz. Sormadığı insan, yer kalmıyor Melih’in. Işığa, gölgeye, karanlığa bakıyor. Sıraların vidasına, kalemtıraşların içine, muslukların oraya, yemekhaneye, mutfağa, koridorlara, koridorların açıldığı salonlara, salonların açıldığı merdiven boşluklarına, merdiven boşluklarının kavuştuğu aralıklara, o aralıkların insan sesleriyle dolan, dolmayan katmanlarına bakıyor. Hatta bulundukları arsanın etrafındaki dev inşaatların dibine inmeyi bile deniyor. Orada ne bir mazi buluyor ne de eski. Oradaki sözcük talan. Ve Melih o sözcüğü henüz bilmiyor.
Etraftan vazgeçiyor. Sonra Levent’in, geçen gün okula gelen konuk kadının anlattığı Troya’ya gittiğini hayal ederek, satranç masasının oradaki delikten -bir gökyüzüne bir yeryüzüne baktıkları o delikten- aşağı kendini bırakarak (korka korka da olsa) taa Çanakkale’ye gitmeyi göze alıyor.
Gidiyor da. Ama Levent orada da yok.
Yine de Paris’in bahtsız eski eşini bulup ona bile soruyor. Yok, diyor kadın. Varsa da fark edecek halde değil zaten. Sonra. Güzeller güzeli, biraz da yaşlanmış bulduğu Helen’e soruyor Levent’i, Helen’in kulakları biraz ağır işitiyor, sürekli ne ne diyor, pek de bir şey söyleyemiyor, Melih anlıyor ki Helen’in de bildiği pek bir şey yok. Bakıyor olmayacak İda Dağı’nın eteklerine biraz oturuyor. Şöyle kısa iki üç dakikalığına. Nefes nefese kaldı. İnsanların kehanetlere nasıl vakıf olduklarını (bunu da o kadından öğrenmişlerdi), ancak daha sonra tüm bu vakıf olduklarını nasıl unuttuklarını hatırlıyor. Ne demişti kadın?
‘Nereden bilsinler?’
Tamam hatırlıyor:
Troya’nın başına gelenler için söylemişti kadın bunları onlara.
Nereden bilsinler Troyalılar, demişti kadın, Helen’in babasının, Helen için Akha prenslerine içirdiği andı? Nereden sezsinler, demişti, koca koca orduların, donanmaların Ege’nin karşı kıyılarında saldırıya hazırlandığını? Nereden hatırlasınlar demişti, Kraliçe Hekabe’nin Paris’i doğurmadan Paris’le ilgili gördüğü kâbusu? Nasıl umsunlar, demişti, Boğazlar’ın en güçlü kalesi, Anadolu’nun en uygar kenti Troya’nın bir gün yıkılıp yok olacağını...
Oysa ki her şeyi hatırlayabilselerdi... diyordu kadın. Bütün bunlar başlarına gelmeyecekti! İlyada, diyordu kadın, bir unutuş kitabıdır. İnsanlar gelir geçer ama unutuş kalır. Tarih de bunun üzerine yazılır zaten. Neredeyse aynı şekilde. İnsanlar, yerler değişse de.
***
Gözlerini kapıyor Melih; açtığı zaman İda Dağı’nın yamacında değil, etrafı dev inşaatlarla çevrili okulun bahçesinde buluyor kendini.
Teneffüs bittiğinde birden bir ağlama duygusu uyanıyor onda.
Ben o zaman onu görüyorum. Bu yazıyı yazacağımdan daha haberim yok. Levent’le nasıl bir oyun oynadıklarından da.
Melih ağlıyor. Melih’e sarılıyorum.
‘Bir koca teneffüsüm sadece Levent’i arayarak geçti’ diye ağlayan bu tüy gibi duygusal oğlana sarılmaktan ve bazen hayatın böyle anlardan, belki de çoğunlukla böyle anlardan ibaret olduğunu söylemekten başka hiçbir şey elimden gelmiyor. Homeros ve İlyada ise benim değil, Melih’in zihninden geçenlerden ibaret.
Ya Levent?
Kim bilir nerelerde ne haytalıklar yapıyor.