Hatırla Temel hatırla!
.
Bazen oluyor. Televizyondaki açık oturumlara denk düşüyorum. Orada olup bitenlere baktığım zaman büyük bir umutsuzluğa kapılıyorum. Umutsuzluk derken gelecek ya da hayat için değil; karşımda duran o çerçeveli, camlı, dipsiz ekranın can güvenliği için duyduğum bir endişe bu. Hepi topu bir sandalyelik ömrü var garibimin!
Aynı ekranda koca koca insanlar savaşı destekleyen konuşmalar yapıyor. Çok değil iki üç ay öncesinde yaşananları ‘dış mihraklar, kötü güçlerin parmağı!’ diye tarif edenler bugün aynı güçlerin peşine takılmayı insanlık, yaşamın edebi, masum çocuklar söylemleriyle ayakta tutmaya çalışıyor. Üstelik öyle bir mantık yürütüyorlar ki, asırlardan taşan Aristo bile mezarında ters dönüyordur.
Çocuklar, insanlar elbette ölmemeli... Ama böyle bir söylemle nicesinin katledilmeye gebe olduğunu bu şahsiyetler neden anlamaz, anlamadı ve anlamak istemiyor? Dahası, ortada yaşanan kargaşada ülkemizin sütten çıkmış ak kaşık edebiyatının sınıfta kalmaya mahkûm olduğunu nasıl görmezden gelebiliyorlar? Aylardır sınırlarda yaşanan gerilimleri, bizzat oradaki insanların ağzından duymamış olabilirler mi? Belki... Peki. O halde Reyhanlı’nın yaşanmasının arkasında gerçekte ne vardı diye sormak isterim onlara. Sahi, Temel, Reyhanlı gibi bir felaket niye yaşandı kuzum?
‘Altın vuruş dönemi’
Dış mihraklar konusuna gelecek olursak... Biraz geriye dönelim. Meclis’in hayır dediği Irak için, tezkereye rağmen (o zamanki savaş çığırtkanlığı yapanları hatırla ey Temel!) CIA uçakları semalarımızdan vızır vızır geçmiş, ülkemizdeki Amerikan üsleri 24 saat kullanılmıştı. O zamanlar buna izin verenler kimlerdi acaba? Suriye cephesinde de bugün hemen hemen aynı durum yaşanıyor. Esad’ın Esed’e yönlendirildiği metamorfoz sürecinde yeniden hatırlatmak boynumuzun borcudur. Camilerde birlikte kılınan namazlardan, yan yana çekilen fotoğraflardan ‘hazırız-vururuz-ABD ile koalisyon yaparız’a gelmiş bir hâldeyiz. Temel sorarım sana, bu ne perhiz bu ne lahana turşusu Allah aşkına?
Öte yandan ana akım medyanın her şekilde üstüne düşen görevi (yine) sonuna kadar yaptığını görüyoruz. Yıllar sonra medya etiğinin ne olduğunu (o zamana kadar medya etiği diye bir şey kalırsa elbette) öğrencilerine anlatan hocalar için bu dönem olsa olsa ‘altın vuruş dönemi’ diye adlandırılabilir. Hani bundan daha beteri yok anlamında söylüyorum. Tek ses, tek renk, tek hüküm ve infaz medyası...
Düşmemeye çalışıyoruz da...
Bu yüzden aynı hocaların bu dönemdeki medya çalışanlarını ‘Atları da Vururlar’ filmine referans vererek anlatması da kaçınılmaz gibi gözüküyor. Sesliliği sessizliğe ya da tek sesliliğe indirgenen bir platformda, düşünsel anlamda sıkıştırılmış bir hâlde gerçeğin nasıl ihlal edildiğine tanıklık ediyor ve düşmemeye çalışıyoruz. Çalışıyoruz da... Bu nereye kadar gidecek, kestirmesi zor. Onurumuzla irademiz arasına sıkışıp kalmış durumdayız. Bakmayın siz, Temel hafızasına erip huşu içinde günü yaşayanlara diyecek hiçbir sözüm yok. Ama gelin görün ki aramızda hatırlayanlar da var. Ve onlar, en fesadımızdan en dürüstümüze, en ulusalcımızdan en İslamcımıza, en liberalimizden en tutucumuza kadar biliyorlar ki bu düşüş hepimizin düşüşüdür aslında.
Sevgili okurlarımızdan Ekin ve Diğdem (böyle yazılıyormuş) bugün evleniyor. Akkol çiftine beni nikâhlarına davet ettikleri için içtenlikle teşekkür ediyor, laf olsun diye değil gerçekten ömür boyu mutluluklar diliyorum.
Oldu olacak bu yazıyı Ekin’in güzel bir cümlesiyle bitirelim: ‘Yaşamın diyalektiğinden hareketle kötülüğün var olması için iyiliğe her zaman ihtiyaç olacak ve biz kendimizi iyilikle sınırlandıracağız.’