Görmedim ama tanığım!
.
Türkiye ne zamandır böyle bir cümlenin ‘mantığı’ üzerine inşa edilmiş sözde gerçeklerle haşır neşir. Bu da kimilerinin yaşamla nasıl yüzleşmekte olduğunun bir kanıtı olsa gerek!
En son Meral Akşener’e yapılanlar, bunun en büyük kanıtlarından biri. Dahası, ileri sürülen ‘bir kadına yakışmayacak’ kasetler olduğu savı, sayfalarca yazılması gereken bir duruma da işaret ediyor. Kadın Adayları Destekleme Derneği KA.DER, kadın cinsiyetini hedef alan bu tip ifadeleri, Akşener’in şahsında, resmen, kadına yönelik şiddet olarak tanımlıyor. Dahası, toplumsal cinsiyet eşitliğinin hayata geçmesinin ne kadar elzem olduğunun altını çizerken bir başka acil gerçeği de gözler önüne seriyor:
‘Kadınların önüne konulan engellerin ortadan kaldırılması konusunda siyaset kurumunun ve toplumsal cinsiyet eşitliğine inanan sivil toplumun ortak çalışma yapmasının ne kadar gerekli ve önemli olduğu bir kere daha ortaya çıkmıştır.’
Evet bir kere daha! Dahası bir yayın kuruluşunun buna imkan sunması da, Türkiye’de medyanın ne halde olduğunu da bir kere daha ortaya koymuş bulunuyor. Peki bunun için ne yapılmalı? Şu anda ‘Allah sizi bildiği gibi yapsın’ demekten başka çare yok gibi!
***
Ümit Alan bir kitap yazdı: ‘Saray’dan Saray’a Türkiye’de Gazetecilik Masalı’ (Can Yayınevi). Gezi Parkı ile sembolleşen şu meşum Penguen belgeselinin çok ötesine uzanan bir dilim sunuyor bizlere. Ve elbette bir kez daha ortaya çıkıyor ki Penguen belgeseli bir ilk değildi ve bu gidişle son da olmayacak! Bu yüzden de Saray’dan Saray’a son derece isabetli bir başlık olmuş.
Ümit Alan Osmanlı döneminde gazeteciliğin hangi şartlar altında ‘kurgulandığını’ bizlere anlatırken, bugünün ‘Saraylısına’ da referanslar veriyor. İktidar basınla nasıl ilişkiler içerisindeymiş, çok net izliyorsunuz. Örneğin 2. Abdülhamid dönemi basın için sadece yasaklar dönemi olarak anılmıyor. Aynı zamanda basına teşvik olarak da anılabilecek bir dönem bu! Nasıl mı? Devlet kendinden yana olanlara teşvik üstüne teşvik sunuyor. Bu tür bir basını meşru kılanlar ise ödül üzerine ödüller alıyor, kendilerine nişanlar veriliyor, maaşlar bağlanıyor! Nişanı aldığınız zaman da durum belli: Övgüleri döşeyeceksiniz! Yine bu dönemde Servet-i Fünun gazetesi sahibi Ahmet İhsan Tokgöz ‘yüce dileğe aykırı’ hiçbir şey yazmayacağı konusunda yazılı bir senet veriyor!
Evet yazılı bir senet! Gazeteciliğimizin ilk yılları bunlar. Düşünün... Temeller bunlar yani! Aynı dönemde İkdam gazetesi sahibi Ahmet Cevdet 2. Abdülhamid’e bir telgraf çekiyor ve diyor ki ‘Siz Allah’ın yerdeki gölgesisiniz.’
Peki ya övmeyenler?
Tasvir-i Efkâr iyi bir örnek buna. Ne oluyor dersiniz Tasvir-i Efkâr’a? Aslında gazetenin kurucusu Şinasi’ye ne oluyor diye sormalı. Gazetenin onuncu sayısından sonra devlet memurluğundan atılıyor. Sonrasında yurtdışına kaçmak zorunda kalıyor. Gazeteyi ondan devralan Namık Kemal de çok değil iki yıl sonra aynı kaderi paylaşmak durumunda kalıyor Şinasi ile...
Abdülhamid için yasakçılıkta ‘bir dünya markasıydı’ diyor Ümit Alan.
Burada derin bir iç geçiriyorum.
Gönül, artık başka alanlarda dünya markası (hırsızlık, yalan, talan ve yolsuzluk bunun dışında) olmayı özlüyor. Özlüyor da... Özlemek yetmiyor.