Gel zaman git zaman
.
Yaşadığımız, zamanın kendisi değildir. Yaşadığımız, geçen zamanı değerlendirme biçimimizdir.’
Brigitte Labbe
***
Haftanın özeti Rojava Kampı’nda rastladığım kadınlar oluyor. İçlerinden biri de o. Kamptaki büyük çadırda yanını işaret ediyor, ‘gel otur.’
Komşunun misafir odasındaki bir kanepeye gömülürcesine gösterdiği yastığa tünüyorum.
O sırada Ezidilerin konuşmasının çevirisi devam ediyor.
Saçlarının arasına düşmüş beyazları takip ediyorum. Alnından arkada birikmiş topuzuna dupduru bir yol izliyorlar.
Bildiğim halde soruyorum.
O da tereddütsüz bir şekilde cevap veriyor.
‘Ben kampın yöneticilerindenim.’
Sanki İstanbul’da karşılıklı sohbet ettiğim bir arkadaşımla bakışır gibi bakışıp gülümsüyoruz birbirimize.
O esnada devam eden çeviriye yerinde tespitleriyle katılıyor bir yandan. Yaşanan insanlık dramının farklı bir dilde ama farksız bir kurguyla aktarılışına tanıklık ediyoruz. Şiddetin yeryüzündeki ayak sesleri bütün dillerin, bütün sözcüklerinde aynı sanki. O sırada bir şeyler söylüyor çevirmen arkadaşımıza. Yalın, zaman zaman suskunlukla örülü zekice öneriler bunlar. Bu esnada ölüm ve yaşam arasında yaptıkları tercihleri anlatıyor insanlar, kadınlar. 13 saat boyunca çocuklarıyla birlikte çatışmanın ortasında yürümekten bahsediyorlar. Bir ölüm kalım sahiciliğinden. Yaşamdaki bütün sahiciliklerde olduğu gibi alabildiğine sade bir aktarımla.
Bu tok yaşam denklemi karşısında bir anlığına nefesim kesiliyor. Çadırın mavisi, tozu, şusu busu, içeriye yeni gelenlerle birlikte bir kez daha dağılıyor, sorularla yer değiştiriyor. Sorular mavi çadırın tepesinden aşağı toz zerreleri olarak yağıyor:
Kader nedir? Kader nedir? Sahi kader nedir?
Sonra gözüm yine ona takılıyor. Derken, sonradan düşünüp, anlamakta zorlanacağım, zorlandıkça da anlayacağım cümleler sarf ediyor:
‘Bazı kuşaklar kayıp kuşaktır. Bilirsiniz bunu. Kaybolmayı kabul eder, kaybolursunuz. Yeter ki bir sonraki kuşaklar görünür olsun diyedir bu çaba. Ve kim bilir, bir de bakarsınız ki gerçekten de maya tutmuş.’
Bu sözler, zaten içimi dağlamış kül rengi duygularımı, öncelikle çadırdaki tozlu sorularla karılmış maviliğe, sonrasında kuru gökyüzüne savuruyor. Çocuk seslerine, kadın seslerine, yaşam seslerine karışan büyük, kocaman bir uzayı andıran çadırın içinde kendimi küçücük, ama fena halde küçücük hissetmeme yol açıyor. O, orada yarı dalgın bir edayla söylediği bu cümleleri çoktan unutmaya hazırlanırken, ben, yapılabilecek en tuhaf şeyi yapıp, Borges’in bir öyküsünde gezinen bir mahluk gibi toz toprak içindeki geçmişime bakıyorum. Beş duyumuzun dumura uğraması, hatta altıncı duyumuzun hiç yaşamaması için verilen mücadelenin (devlet, asker, polis, okul müfredatı, aile, örf ve adetler, artık aklınıza ne gelirse işte) sonucunda gerçekle kendimiz arasına örülen duvarın adının vurdumduymaz bir benmerkezcilik, hatta gerçekle yüzleşemeyen bir orta sınıflılık olduğunu o zaman bir kez daha anlıyorum.
Derin bir nefes. Haydi. Ha gayret falan filan derken bir diyarın ne kadar çok insanı, kadını, genci feda ettiğini düşünüyorum. Kiminin yaşamını, kiminin yaşantısını, kiminin yaşam sevincini, kiminin yaşamda bulabileceği anlamı yıllara meydan okuyarak çalışını... İnsanların, gençlerin, çocukların ellerindeki şimdiki zamanı, o daha yaşanmadan onu küller içerisinde bırakışını...
Ve o diyarın tozlara karışmış çadır rengindeki adı elbette yine kadim ve yorgun Mezopotamya ya da kan ve toz kokan Ortadoğu oluyor.