Bağışlamayı Bilmek
.
Öyle bir mektup aldım ki bu yazıyı onun üzerine yazmaya karar verdim. Başlığında ‘Açlık grevlerinin sona ermesini istiyorum... Hepsi gebersin’ yazan bir mektuptu bu.
Öfkeyle sarmalanmış bu satırları okurken kafamda tek bir soru vardı: ‘Bağışlamak bu kadar zor mu?’
Hayır hayır. 65. gününe girmiş ölüm oruçlarındaki bu ülke vatandaşlarına dair bir affedişten bahsetmiyorum.
Bağışlamaktan kastettiğim, mektuptaki satırları yazan, bu satırları yazmasa da bunları zihninden geçirenlere yönelik içten bir sorudur:
Evet, gerçekten de bağışlamak bu kadar zor mu?
Hayır, hayır. Cezaevlerinde yaşamlarını önlerine sermiş insanlar için bir aftan bahsetmiyorum burada. Onların hasarsızca, insani bir biçimde bu grevi bitirmelerini temenni etmenin ötesinde (başka bir şey elimden gelmiyor) farklı bir insan topluluğu için farklı bir bağışlama eyleminden bahsediyorum.
Muhtemelen Korsakof hastalığını hiç duymamış, duysa da bir gün dahi bunu kafaya takmamış, bu ülkede cezaevlerinde yaşanan sorunları uzaydaki bir yıldızmışçasına izlemeyi yeğlemiş, kanunu ‘merkezde olan ve olmayan’ biçiminde düşünmüş, farklılıkları yasak bellemiş, çoğulluğu zehirli bir kelime olarak yaşamış, resmi tarihi yaşam tarihi saymış, kendini hep ve her koşulda haklı görmüş, bu haklılık fikriyle birbirine benzeyen küfür dolu cümleler üretmiş, kendine benzemeyen, kısacası, Sünni, Türk ve erkek olanların dışındakileri küçümseyerek kendini var etmeyi asıl görev saymış, bunun dışındaki cümleleri duymamış öfkeli bir zihnin bağışlama ‘şansı’ndan, ‘olasılığı’ndan, ‘umudu’ndan bahsediyorum.
Üstelik bu zihnin dünyayı, geçmiş, geleceği bağışlaması falan değil, bizzat kendini bağışlamasıdır altını çizdiğim.
Belki bu sayede böylesi zihinlerin dünyayı, savaşta elde edilecek bir ganimet değil de yaşanarak paylaşılacak bir yer olarak görebileceğinden yola çıkmak niyetim. Tek bir gerçeğin dünya üzerinde sadece totaliter rejimlerle mümkün olabileceğini, gerçeğin ancak çok yönlülük ve farklı açılarla keşfedilecek bir sahicilik olduğunu kendinden esirgememe hallerinden.
Önceleri çok kızıyordum bu hallere bürünmüş kimi insanlara. Şimdilerde küfür eden, nefretle kavrulan birini gördüğümde ‘bu insanının yarası ne olabilir?’ diye soruyorum.
Merak eden okurlar için tekrar etmekte fayda var: Bugün şiddeti savunan hiçbir kurumun, örgütün yanında olmam mümkün değil. Ama bildiğim bir şey var ki böyle giderse bu önlenemeyen ve giderek kutuplaşan şiddet bizi kasıp kavuracak. Tam da bu noktada sırt çevrilmemesi gereken bir konudur açlık grevleri.
Korkum şu: Demokrasisi açlık grevlerine yenilen bir ülke olmanın gerçeği, ayıbı ve yıllara yayılan utancı uzun bir süre yakamızı bırakmayacaktır. Yıllarca. Hiçbir şeyle yüzleşemeyen toplumların yaşadığı azap içerisinde yorulup durmaya devam edeceğiz. Yorulup durmaya, kılıflar bulmaya ve her seferinde kendimizden başka herkesi suçlamaya, topu taca atmaya, vb...
Bağışlamayı bilmek herkesi rahatlatır. Hele ki kendimizi.
Böyle giderse, temennim asla bu değil ama böyle giderse, en tepemizdekilerden hepimize sirayet ettiği biçimde bağışlayamadığımız öfkelerimizin, çocukluklarımıza atılmış çentiklerin yetişkin maskeli kurbanları olmaya ve yaşamı, uzatmaya gitmiş berbat bir futbol maçı gibi görmeye devam edeceğiz.
Kadınlar Diyarbakır’a gitti. Ardından bir kısmı Ankara’ya geçti. Barış onların dilinde gelirse gelecek bu ülkeye. Haydi kızlar!