18 yıl (delirerek susmak)
.
24 Nisan 1915 tarihinde tutuklanan Ermeniler arasında bir müzisyen vardı: GomitasVartabed. Diğerleriyle aynı kaderi paylaşacaktı. Teker teker evlerinden alınan ve bir daha geri gelmemek üzere giden Ermenilerden sadece biriydi o. Trene bindirildi ve Çankırı’ya sürgün edildi. Sonra başta Halide Edip olmak üzere bazı Türk aydınların ve çok sayıda yabancı diplomatın araya girmesiyle Gomitas’ın geri dönmesine izin verildi. Sonunda Talat Paşa’nın özel emriyle İstanbul’a geri döndü Gomitas.
24 Nisan 1915 tarihinde tutuklananların yer aldığı bu listede, Gomitas’ın adı diğer yazarlar, sanatçılar, öğretmenler ve gazetecilerle birlikte geçiyor. Bu insanların her birinin adının yanına ise bir parantez açılmış. Ve o parantezler, bugün ister Türk, ister Ermeni olalım, bu topraklarda yaşayan bizleri yakından ilgilendiriyor. Gomitas’ın hemen adının yanındaki parantezde yazan ise bambaşka bir şey söylüyor bu topraklarda yaşamaya çalışan bizler için: delirdi.
Delirdi, delirdi, delirdi
İki-üç gündür parantezin içinde yazan bu tek sözcükle haşır neşirdi kafam: ‘delirdi.’
Sıraladım:
Deliririz çünkü zaman hep gecedir.
Deliririz çünkü heybetli bir sıladayızdır. Deliririz çünkü için için kendini yeme zamanıdır.
Deliririz çünkü başka bir çare kalmamıştır. Bunlardan hangi durağa denk düştü bilmiyorum, ama Gomitas, dönüşünden sonra aklını toparlayamamış önce İstanbul’da, sonra yaşamının geri kalanını geçireceği Paris’te tedavi görmüş. Bundan sonrası ise daha da hazindi. Hayatının son 18 yılında bir daha hiç konuşmamış bu büyük müzisyen ve sayısız eserlere imza attığı piyanosunun tuşlarına bir daha elini sürmemiş.
Susmanın ne anlama gelebileceğini düşündüm sonra. Onu da kendimce sıraladım:
Susarız çünkü gerisi boşluktur.
Susarız çünkü neye uğradığımızı bilmeyiz. Susarız çünkü giyinecek kuşanacak başka bir şeyimiz kalmamıştır.
Susarız çünkü savrulan sadece hayallerimiz değil aynı zamanda gökyüzündeki yıldızlardır.
Susmak: bulutlu bir gökyüzüdür çünkü
Sansürle gölgelenen son İstanbul Film Festivali’nde, dünya çapında büyük bir piyanist olan Seymour Bernstein, Ethan Hawke imzasını taşıyan bir belgeselde, müzikle kurduğu bağı anlatırken ‘ellerimle gökyüzüne dokunacağımı tahmin edemezdim’ diyordu ve müziğin tınısının kainatın tınısı olduğundan bahsediyordu.
Gomitas’ın Gökyüzü Bulutlu (Sky is Cloudy) eserini dinlerken Bernstein’ın bu sözlerini hatırladım. Ve bir insanın müziğinden vazgeçmesinin, yani susmasının ne anlama gelebileceğini parantez içine sığabilecek tekmil bir gerçek olarak, sanıyorum ki anladım. Susmak, yaşayan bir ölü olmaktı.
***
Bugün, soykırım yoktur diyen insanlara söyleyecek hiçbir şeyim yok. Onların bu sözlerinden yoruldum. Bu toplumun gerçekle yüzleşmesini geciktirmekten hâlâ nasıl bir haz alabildiklerini ise bilmiyorum ama böyle yaparak sadece kendilerine kötülük yapmıyorlar, insanların geçmişle helalleşme ve bugüne kavuşma şansını da ellerinden almaya çabalıyorlar.
Öte yandan sürekli geçmişe takılı kalmanın da kimseye bir hayrının olmadığını biliyorum.
Toparlamak gerekirse, bütün kalbimle artık bugüne bakalım istiyorum; gökyüzüne dokunmanın penceresini aralamak ve oradan güneşe bakabilmek. Sonra, yan ha yan! İçimizde üşüyen, gölgeli neresi varsa sıcaktan terleyinceye, ışıktan yoruluncaya kadar.
***
Yiğit Bener ve Sırma Köksal, biz 35 yazara ‘İçimizdeki Ermeni’yi yazdırdı (Can Yayınları). Üç kuşak yazarın ‘geçmişe, kendine ve bu topraklara’ yönelik yolculuğunu anlatan ilginç bir kitap olmuş. Okumanızı öneririm.