Haliç’te balık keyfi
İstanbul’un her köşesi kişiye farklı bir lezzet sunar. Bu muhteşem kent lezzetli mezelerle donatılmış uçsuz bucaksız sofra gibi...
Belirli bir yere vasıl olması gibi bir gereklilik de yok. Zira bir yere varmadan diğer bir mekan iştahınızı öylesine kabartıyor ki. Yani evdeki hesap çarşıya uymuyor. Sürprizleriyle hayatımıza tatlı cilveler katan İstanbul’da bu kez Haliç’e takılıyorum. Güneşli bir günde eskinin nostaljisi ile yeninin pırıltısını biraraya getirmiş kentin nadide köşelerinden biri Haliç. İstanbul’un zengin tarihi yeni yapılmış parklar arasında daha da çarpıcı. Boynuz biçimindeki Haliç’in ağzındaki Cibali mevkiindeki Cibalikapı Balıkçısı o kadar davetkâr bir küçük mekan ki. Yolu kısa kesip burada yemek yemeye karar veriyoruz. Girer girmez de mutfağına girmiş gibi sıcak bir duygu yaratıyor. Siyahlar giymiş üç genç aşçı denize kıyısı olmayan üç Anadolu kentinden geliyor ama sanırsınız sandalda doğup büyümüşler. Elleri balık pişirmeye o kadar yatkın. Ancak pişirdikleri mezelere ve balıklara gömülmeden önce, bu sempatik mekanda Haliç’in tarihte ne gibi bir manzara arzedeceğini tahayyül etmeye çalışalım ki, yemeğimizin ve mekanın tadına doyum olmasın.
Haliç, İstanbul Byzantion (Bizantiyon) kenti iken altınboynuz anlamındaki Yunanca sözcük “Khrysokeras” adıyla anılırmış. Tarihçi Pilinis’in naklettiğine göre sebebi, mevsiminde Karadeniz’den Boğaz’a akın eden palamutların Kadıköy mevkiindeki denizin dibindeki büyük beyaz bir kayanın pırıltılarından ürküp karşıdaki Haliç’e akın etmeleri. O kadar bol olur ve suyun yüzeyine yakın yüzerlermiş ki... Hem bu bolluktan hem de saçtıkları pırıltıdan şekil olarak boynuza benzeyen Haliç’e bereketli boynuz anlamında bu isim verilmiş. Buranın dünya literatürüne İngilizce “Golden Horn” yani altın boynuz anlama gelen sözcüklerle anılması bu yüzden. Atatürk Köprüsü’nden Eyüp semtine döner dönmez varılan Cibali mevkiindeki bulunan surlar ve sur kapısına verilen adın kentin Türkler tarafından fethinde taarazcuların başında Bursalı subaşı Cebe Ali’nin bulunması.
Zamane güneşinin Haliç’in suları üzerindeki pırıltıları palamutların yokolan pırıltısını aratmıyor. Soframız bu duygularla ve rakı ile şenleniyor. Burada yapılmış kara ekmek dilimlerini kızartılmış olarak gelmesi özenli servisin başlangıcı. Yaratıcılıkla nostalji başbaşa gidiyor. Mezeler arasında kaya koruğu Güney’den getirilmiş. Osmanlı tarifinden esinlenerek yapılmış baharatlı levrek turşusu mutlaka yenilmeli. Favanın -meyhane kültürünün demirbaşı olarak- yeri sağlam ve kızarmış ekmek dilimi için ideal. Ne yazık ki bugün marula sarılmış levrek sarması yok. Keyif noktalarının biri de kulağa arkadan gelen müzik. İyice kulak vermeyi gerektirecek kadar özel. Burası için hazırlanmış özel bir CD. Ezgiler Haliç’in eski kozmopolit yapısının ruhunu canlandırıyor. Doyma noktasını marul üzerine yatırılmış minyon yavru lüfer, çinekop balığının lezzetli ıslık etinde ulaşıyoruz. Ama menü sürpriz yönünden esir edici. Üstü dondurmalı sıcak bir tahin tatlısı minik güveçte hoş duruyor. Sıcakla soğuğun düeti derken ceviz taneleri dişe geliyor. Bu bilinen ısıtılmış tahin helvası değil. (Böyle özgün bir yerde bu kötü bir sürpriz olurdu.) Tahin benim Ege’li olarak bildiğim günbalı ile karılmış. (Eskilerin en popüler tatlısı tahin pekmez karmasıdır.) Aslında Ege’de günbalı denilen bu pekmez cinsi kaynatılmadan güneşte bekletilerek kıvamlaştırılır. Kaynatılmadığı için çok latif ve bal ile pekmez arası çok tatlı olmayan bir tada sahiptir. Keşke burada bunun yanında bir likörü kadehinde tadımlık verseler de tadını bilmeyen öğrense. Ancak o kadar nadide ki...
Güneşin nimetleri bitmiyor. Haliç’teki güneş pırıltıları derken güneşin oldurduğu pekmez. Dahası olmaz derken burada yapılan satsuma likörü ve kahve geliyor. Satsumalar Bodrum’dan yaz sonu getirtilmiş. Yine nostalji ve yenilik birarada. İş yemekleri için ne kadar özgün ve ideal diye düşünüyorum. Hele konuklar yabancı ise.