Stephen King’in savunma sanatı
Televizyonun ve yarattığı kültürün hakimiyetinden uzun uzun bahsetmeye gerek yok. Ama edebiyat da dahil olmak üzere pek çok sanat türünü bile bu kültürün argümanlarıyla değerlendirdiğimizin farkında mıyız?
Televizyonun ve yarattığı kültürün hakimiyetinden uzun uzun bahsetmeye gerek yok. Ama edebiyat da dahil olmak üzere pek çok sanat türünü bile bu kültürün argümanlarıyla değerlendirdiğimizin farkında mıyız? İşin tuhafı buna televizyon kültürünü yerden yere vuran pek çok entelektüel de dahil. Mesela korku edebiyatının sık sık üçüncü sınıf bir edebiyat türü olarak tanımlanması gibi... Oysa bunu söyleyen o sıkı entelektüeli biraz deşerseniz aslında bu türe dair hemen hiç okumadığını fark edersiniz... Onunki bir önyargıdır ve işin acı tarafı bu televizyon kültürünün yarattığı bir sonuçtur. Çünkü bu türe ait romanlar genelde gece yarısı yayınlanan dev karınca, köpekbalığı, hayalet ya da vasat cinayet filmleriyle karıştırılır. Benzeri bir durumu uzun süre polisiye edebiyat için de yaşamıştık ve en sonunda “iyi polisiye iyi edebiyattır” diyerek tartışmayı az çok kapamıştık. Aynı şeyi korku edebiyatı için de söylemek zorundayız. Aksi halde Edgar Allen Poe’yu üçüncü sınıf yazar mı ilan edeceğiz? Ya da Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Abdullah Efendi’nin Rüyaları”nı yok mu sayacağız? Hele Stephen King’i “o zaten bir fabrikatör, kitaplarını da başkası yazıyormuş” diye daha ne kadar görmezden gelmeyi başaracağız?
Hem yerel hem dünya edebiyatında böylesine bir tutum neden vardır, bilmiyorum ama çok satan yazarları bir çırpıda yok saymak genel bir eğilim. Bu yüzden Orhan Pamuk çok sattığı için onu yalancılıkla suçlayanlarla King’i vasat bulanlar arasında bir ayrım olmasa gerek. Çünkü King’in tek bir kitabı okunmuş olsa, “Kara Kule” ya da “Hayvan Mezarlığı” tavsiye olunur, karşımızda her şeyden önce farklı bir hayal gücü ve düş dünyasının olduğu anlaşılırdı. İşte bu nedenle King’in yazarlık serüvenini anlattığı “Yazma Sanatı” kitabını bir çırpıda edindim.
Ama bu kitabı iştahla okumak istememin bir nedeni daha vardı. Stephen King, üretilen şehir efsanelerinin aksine her gün, ne olursa olsun 10 sayfa yazan bir yazar. Müthiş bir disiplini var. Dahası bu aynı zamanda kendini ve hayatını devam ettirmesi için sanki bir savunma sanatı haline dönüşmüş. Çünkü bacağının dokuz parçaya ayrıldığı, diz kapağının ikiye, omurgasının sekize bölündüğü, dört kaburgasının kırıldığı, kafatasına 32 dikişin atıldığı o korkunç kazadan sonra da bu alışkanlığından vaz geçmedi. Hatta alkol ve uyuşturucu bağımlılığıyla geçen yıllar boyunca da yazıyor, tedavi süresince de...
Yani birileri genç yazar adaylarına “nasıl yazmaları” gerektiğini anlatacaksa bu güzel bir manzaraya bakıp ilham bekleyen ve ara sıra kitap yayımlayan bir yazardan ziyade Stephen King olmalı. Çünkü böyle bir yazarın her şeyden önce bize anlatacağı birçok teknik bilgi vardır. Zaten kitapta da bunlardan bahsediyor. “Bol bol okuyun, tasvir şudur, bu değildir” gibi pek çok tavsiyede bulunuyor. Bunlardan bazıları gerçekten de ufuk açıcı bilgiler. Ama şu tavsiyesi çok çarpıcı: “Çalışma masanızı köşeye koyun ve her oturduğunuzda onu neden odanın ortasına koymadığınızı kendinize hatırlatın. Çünkü hayat sanat için destek sistemi değildir. Hatta tam tersidir.”
Tabii bu kitabı, tüm dünyada milyonlar satan, farklı din, renk, ırktan her ademoğlunun tüylerini ürpertmeyi başaran bir adamın sırrını öğrenmek için de okuyabilirsiniz. Zira King’in bence en önemli özelliği bu. Çünkü korku aslında çok yerel bir duygudur. Dini inançlara, kültürel öğelere hatta cinsiyete göre değişir. Mesela bir Türk bir Afrikalı ile aynı korku reflekslerine sahip olduğunu söyleyebilir mi! İşte bu yüzden Stephen King’in tüm dünyada okunuyor olmasını sadece bir satış başarısı olarak algılayıp yazarlık yeteneğinden soyutlamak büyük bir haksızlık olacaktır.
Ayrıca “Yazma Sanatı”nın ikinci yarısı bu büyük yazarın, 1999’da geçirdiği o korkunç kazayla olan mücadelesini ele alması açısından da dikkat çekici. Çünkü Stephen King’in kazadan sonra yaşadıkları kendi romanlarındaki dehşet öğelerini hiç ama hiç aratmayacak türde. “Hala gücüm yok” diyor “Ama bu kitabı bitirecek kadar varmış ve buna şükrediyorum.”