Siyasal değil sanatsal İslâm
Son yıllarda İslam dendiğinde bir dinden çok ne yazık ki bir ideolojiyi anlar olduk...
Son yıllarda İslam dendiğinde bir dinden çok ne yazık ki bir ideolojiyi anlar olduk... Medeniyetler çatışması tezinin iteklemesi, 11 Eylül’ün sonuçları, tarifi bir türlü yapılamayan El Kaide’nin eylemleri ile İslam ve terör kelimeleri artık ayrı gayrı düşmez oldu. Memleket sınırları içinde buna ılımlı, ılımsız, siyasal, siyasal olmayan tarifleri de eklenince İslam dendiğinde aklımıza önce ne bir inanç gelir oldu, ne de o inancın kültürel değerleri. Öyle ki sanki bir turnusol kağıdı gibi herkes önce tavrını ortaya koyuyor. “Ben de Müslüman’ım ama...” diye başlayan cümleler bir laiklik ve demokrasi tarifinin ardından haşemayla denize giriyor, kurulandıktan sonra feminizme Doğulu bir yaklaşım getirip dünya turuna çıkabiliyor. Şaşırmamak mümkün değil, “Bir din bu kadar mı kendinden uzak konuşulur” diye.
İşin tuhaf yanı, bu hararetli tartışmaların taraflarına (buna birilerini din düşmanı olarak tarif edenler de birilerine yobaz diyenler de dahil) sorsak ne Süleymaniye Cami’ni görmüşlerdir ne de Selimiye’yi... İnsanın kendine, kendi insanına, kültürüne Aborjinler’e bakar gibi bakması ne acı. Bu ülkenin yüzde 99’u Müslüman sözünün dile pelesenk olduğu bir kültürde bu dinin keşfedilen egzotik bir dünya gibi algılanması... Şöyle diyeyim Batı’nın bize Oryantalist bakışını anlıyorum da bizim bize bu şekilde bakışımızın affı ne?
Bana bunları yazdıran ise bir kafede oturmuş elimdeki koca kitabı bir yandan tutmaya bir yandan da karıştırmaya çalışırken yaşadıklarım oldu... İki yanımdaki masa da merakla kitaba bakıyordu. Masalardan birinde başörtülü bir kadın ve kızı vardı. Diğerinde ise genç bir kadın (başörtülü ya da türbanlı değildi, insanları artık böyle tarif ediyoruz ya!) ve sevgilisi... Hayretle elimdeki kitaba bakıyorlar. Kitabın adı “İslam Sanatı ve Mimarisi.” Markus Hattstein ve Peter Delius yayına hazırlamış. Her şeyden önce bir nesne olarak çok çekici, büyük boy, kuşe kağıda basılmış, ansiklopediden daha kalın ve ağır yani o nefis katolog kitaplardan... İçinde binden fazla harita, eskiz, fotoğraf var. Her bir sayfa özenle tasarlanmış, insanda okuma isteği uyandırıyor. Ama bir süre sonra fark ettim ki, her iki masa da sadece kitaba değil fotoğraflardaki camilere hayranlıkla bakıyordu. O sırada açık olan sayfanın Rüstem Paşa Cami olduğunu söylersem demek istediğimi kestirmeden anlatmış olurum herhalde.
İşin bir tuhaf yanı da kitabın yazar kadrosuydu. Hemen her biri konusunda uzman, yıllarını araştırmalara vermiş yazarlardan sadece biri Müslüman’dı. Tereciye tere satılıyor yani!
Kitaba gelince gerçekten çok güzel. Tabii ki Batılı bakış açısından kaynaklanan eksikler ve sığlıklar muhakkak vardır. Ama kitap İslam dünyasını her şeyden önce çatıştığı kadar üretmiş de bir medeniyet olarak ortaya koymuş. Dahası bunu Osmanlı’dan Endülüs’e kadar bir bütün olarak sunmuş. Çünkü bu bütüne baktığınızda kültür denilen şeyin tarifini görüyorsunuz. Nasıl mı? Camiler, minyatürler, mozaikler, kültürlere, ülkelere, zamana göre farklılaşsa da hemen hepsinin aynı doku uyumunu taşıyor. Yani modelleri, renkleri farklı olsa da kumaşları aynı.