Şehir sustu, konuşmuyor
Nedir bir şehri sevmek? Bir yaz günü en güzel caddelerine topuk sesleri bırakarak neşe içinde yürümek midir yoksa sevdiğinle gökyüzünü sınırlayan daracık sokaklarında el ele dolaşıp kaybolmak mı? Her yolculuk dönüşünde evinin sokağına girdiğin an şarkılar mırıldanmak mıdır?
Nedir bir şehri sevmek? Bir yaz günü en güzel caddelerine topuk sesleri bırakarak neşe içinde yürümek midir yoksa sevdiğinle gökyüzünü sınırlayan daracık sokaklarında el ele dolaşıp kaybolmak mı? Her yolculuk dönüşünde evinin sokağına girdiğin an şarkılar mırıldanmak mıdır? Sahi nedir bir şehri sevmek? Hakkında yazılan şiirleri satır satır ezberleyip okuduğun her romanda sokaklarını aramak mı? Galiba hepsi..
Ama benim için bir şehri sevmek kendi içime baktığımda onun kalabalıklarıyla karşılaşmaktır; İstanbul gibi. Her kalabalığında kendimden bir şeyler bulur, her kalabalığında kendimden bir şeyler kaybederim.
Üç ay sonra bu şehre geri döndüm. Ama sevinç ve heyecanın yerine bir boşluk duygusuyla... Bir de hüzün. İçimdeki kalabalığa bakıyorum öyle sessiz ki, hiç kimse konuşmuyor benimle. Açılmayan bir telefon gibi. Bu duygudan kurtulmak için hemen kalabalık caddelerine atıyorum kendimi, hızlı hızlı yürüyorum. Her şey bıraktığım gibi, bir-iki yeni mağaza, bir-iki yeni kafe, o kadar. Dostlar da öyle, bir çığlık, bir sevinç, sonrasında günlük hay huy. Her zamanki kafeye oturuyoruz, her zamanki ekiple, başlıyoruz üç ay önce bıraktığımız yerden konuşmaya. Ama bir şeyler de değişmiş, belli ki. “Yoksa değişen ben miyim” diye düşünüyorum, sonra Gamze’yle göz göze geliyoruz, “anlatacak çok şey var değil mi” der gibi bakıyor. Anlatılabilir mi, bilmiyorum. Belki yazılır.
İçimde atlasam hiç düşmeyeceğim, dibi olmayan bir boşluk. Şehre sığınıyorum, onun sokaklarına, evlerine... Diyorum ki “geçecek, yaşadıkların kolay değildi.” Sonra elime bir kitap alıyorum, yeni çıkmış. 12 yazar kendi İstanbul’unu anlatmış. Adı da “Yazarların İstanbul’u.” İçlerinden çok sevdiğim Aslı Erdoğan’ın yazısını seçiyorum. Bu diğer yazarları sevmediğimden değil, ruh halime en yakın onun geleceğini bildiğimden. Yanılmıyorum da işte o bölüm:
“Burası benim yaşadığım sokak, mahallem, yerim, yurdum.
Burası bir zamanlar yaşadığım sokak. Konakladığım, soluklandığım bir durak. Sınır çizgileri hemen hemen silinmiş barınağım, hapishanem. Yüzyılların anaforunda yapraklarını dökmüş, çırılçıplak, cüretkar bir incir ağacı. Hep uzak, hep ötede, hep ötekiydi. Galata, başıboş bırakılmış karşı kıyı. Kendi sularıyla çevrilmiş bir koloniydi, kendi tanrılarına tapan, kendi yaralarını yalayan...
Bir sürgün yeri ve göçmen sığınağıydı, bin ayrı dille konuşan bir gettoydu. Gemilerin esir ve baharat getirdiği, askerlere tacirlerin Akdeniz’e doğru yola koyulduğu bir limandı. Veba salgınlarında, ardı arkası kesilmeyen kuşatmalarda Konstantinapolis’in mezarlığıydı, rüzgar kuzeyden estiğinde, bu kadim kenti çürüme kokusuyla dolduran... Çiftini yitirmiş, yekpare taştan bir göz, hep güneye bakan... Sırları dökülmüş aynası yenik kentin vaktinden önce dikilmiş mezar taşı... Yaralı bir bakış ama artık geleceğe değil, sadece geçmişe çevrili... Sözcüklerin ağıyla yakalanamayacak denli derinlere batmış bir geçmişe, yıkıntılarla dolu belleğine denizin... Burası benim de bakışım artık, sırları, vaatleri, yıllanmış düşleriyle... Kendimin sandığım öyküleri, yenilgileriyle...”
(Yazarların İstanbul’u/ Hazırlayan: Barbaros Altuğ/ Merkez Kitaplar)