Oto-sansürün yazdırdığı şiir...
.
Oktay Rifat Türk şiirinin iki büyük akımının mensubuydu. Şiirden kafiyeyi, hece ölçüsünü çıkarıp atan, şiiri sokağa, açık havaya çıkaran Garip Akımı’na ve dünya şiir tarihinde bile bir benzerine rastlanmayan İkinci Yeni’ye... Yani hem Orhan Veli ve Melih Cevdet’in arkadaşıydı hem de Cemal Süreya’nın, Turgut Uyar’ın, Edip Cansever’in... Ama o da tıpkı ismini saydığım bu büyük şairler gibi, adı onlarla yan yana geldiğinde garipsenmeyen buna rağmen yine tıpkı onlar gibi, hiçbirine benzemeyen bir şairdi.
10 Haziran onun doğumunun 100’üncü yılı. Yapı Kredi Kültür Sanat, bu nedenle “Elleri Var Özgürlüğün” isimli değerli bir sergi düzenlemiş. Ellerine sağlık. Çünkü 22 Haziran’a dek açık olacak bu sergide Oktay Rifat’ı ve şiirini daha yakından tanıyabilirsiniz. Sergide ayrıca Rifat’ın şair kimliğinin dışındaki oyun yazarı, romancı, denemeci, ressam, avukat, balıkçı, marangoz, aşçı, sporcu ve arkadaş kimliklerine de yer veriliyor.
Bu tür sergileri çok önemsiyorum. Çünkü bir şairi hayatının tüm renkleriyle birlikte ele alan sergiler veya biyografi kitapları bize o kişiyi klişe bir söylemle “insan olarak” anlatmaz. Zaten bir şairi veya devlet adamını “insan olarak anlattım” diyenler, benim için hep “utangaç magazinciler” olmuştur. Aksine ünlü bir kişiliği farklı kimlikleri ile ele alan bu tür çalışmalar, ancak bir aşama daha öteye götürülürse, onun hakkında sayısız değerli ipucu sağlayacaktır. Yani balıkçı ve marangoz Oktay Rifat, eninde sonunda bize şair Oktay Rifat’ı anlatacaktır. Ve elbette onun hayatındaki kesitler de Türkiye siyasi ve sanat hayatını...
Nasıl mı? 1998’de edebiyat tarihimizin en önemli dergilerinden Yeditepe Dergisi ve Yayınları’nın sahibi Hüsamettin Bozok’la bir röportaj yapmıştım. Bu röportajda sıkı yönetim nedeniyle sık sık Birinci Şube’ye gidip gelen Bozok,
Oktay Rifat’ın bir şiirinin sansür ve oto-sansür nedeniyle nasıl değiştiğini anlatmıştı: “Bir şiir
getirdi, şiirde ‘ortalık kıpkırmızı’ diyor. ‘Bunu koymam’ dedim, o da hak verdi ve onun yerine ‘ortalık süt mavisi’ dedi. Ama ne güzel dedi! Çünkü o şiir ‘Kadeh’ti!” Yani; “Burası Dalyan kahvesi/ Ortalık süt
mavisi/ Apostol bu ne biçim meyhane/ Tabağımda bir bulut/ Kadehimde gökyüzü.”
Ne yazık ki, her oto-sansür; diyeceğini yine de demeyi başaran böylesi olağanüstü şiirlere dönüşmüyor, dönüşemiyor, bulut da kadeh de meyhanesiz kalabiliyor.