Kahve, sanat ve zarafet!
.
Her ne kadar AVM’ler gündemimizden çıkmasa da, her şehrimizde birer ikişer boy gösterse de, indirimli - indirimsiz hafta sonları buralara gidilse de, sayıları tüm ülkede 400’ü geçse de ben size bugün bir müzeden bahsedeceğim.
Tüm Türkiye’deki müze sayısı 385 iken, AVM sayısının 400 olması beni incitiyor. Hele hele bu sayının Almanya’da 6 bin 500, İngiltere’de 1850, her fırsatta yerden yere vurduğumuz, küçümsediğimiz, kültürsüz olduğunu iddia ettiğimiz ABD’de ise 17 bin 500 olması ağrıma gidiyor.
Müzelerimizin çoğunun kalitesini, bu saydığım ve saymadığım dünya müzelerinin kaliteleri ile kıyaslamaya ise hiç yeltenmiyorum bile. Bu yüzden son yılların moda söylemi olan “İstanbul müthiş bir cazibe merkezi, çok dinamik. Oysa Avrupa kentleri öyle mi? Bitmiş, tükenmek üzere” duyduğumda “Hepimiz Lourve’un ziyaretçileriyiz” diye slogan atacağım! Ama biz ecdadımızı yılbaşı kutlamaları, tarihimizi de kurgusu ve fantazisi bol dizilerden öğrendiğimiz için müzeleri müzelik sanıyoruz! Sanatın, müzeciliğin önemini ve sevgisini tüm hücrelerinde hissedenler de var, ki bunlardan biri de Suna- İnan Kıraç Vakfı. Zira vakfın 10 yıl önce açtığı Pera Müzesi ve bana göre İstanbul’un en büyük kazanımlarından. Beyoğlu’na her çıktığında bu müzeye uğrayan, geçici sergilerin yanı sıra, kalıcı sergilerin gözbebeklerinden Osman Hamdi Bey’in Kaplumbağa Terbiyecisi’ni ziyaret edip sohbet eden bir İstanbullu olarak bunu söylemek benim için bir borçtur. Mimar Sinan Genim’in yorumlayarak yeniden hayata döndürdüğü bu güzel binada oturmak, katlarında dolaşmak, tabloların, çini eserlerin uzayda doldurduğu boşluğu ve yansıttığı gölgeleri izlemek hatta bu hislerle dolmuş bir halde kafesinde bir kahve içmek bana her zaman ilham vermiştir. Bu ilham şehrime, ülkeme ve yaşama dairdir. Bir mücevher kutusu gibi olan bu butik müze bana her defasında şunu hissettirmiştir: “Çoğunluğa, kitlesel olana değil farklı olana bak!”
Bu yüzden geçen hafta müzenin kuruluşunun 10’uncu yılını kutlamak için verilen yemekte İnan Kıraç’ı dinlerken sözlerine bu düşüncelerim eşlik ediyordu. Bu nedenle onun bir gün bu dünyaya veda ettiğinde müzenin sadece vakfın değil biz ziyaretçilerinin de sorumluluğunda olduğu sözlerini dinlerken hem içim sızlıyor hem de orada bulunan ve bulunmayan daha birçok kişiyle tuhaf bir kader ortaklığı hissediyordum. Bu müze ve Suna-İnan Kıraç Vakfı’nın ülkeye katkıları üzerine söylenecek daha çok şey var. Ama bence, bunları benden okumak yerine yeni yılın bu ilk günlerinde bu müzeye gidin ve gözlerinizle görün, kafesinde bir de kahve için...