Bu sergiyi “Benim Adım Kırmızı” ile gezin
Louvre, dünyanın en çok gezilen müzesi. Leonardo da Vinci’nin “Mona Lisa” tablosunun bundaki payı şüphesiz çok büyük
Zira müzede 6 bin tablo olmasına rağmen ziyaretçilerin yüzde 95’inin ilk işi 77cmx53 cm ebatlarındaki bu tabloya koşmak oluyor. Tabloya olan ilgi o kadar büyük ki, her yıl bir günlüğüne yerinden indirilerek temizlendiği gün, müzenin en sakin günü olarak kayıtlara geçiyor. Hatta Louvre’un güvenlik görevlileri sırf “Mona Lisa”yı korumanın getirdiği stresten ötürü ek ücret talebinde bile bulunuyor.
2005 yılında ise Louvre’u yedi buçuk milyon kişi gezdi. Bu bir rekordu ve bunun nedeni Dan Brown’un iki yıl boyunca New York Times ve amazon.com başta olmak üzere tüm dünya best-seller listelerinin ilk sırasında yer alan “Da Vinci Şifresi” kitabıydı... Bir kitap, bir tablo ve muhteşem bir müze sadece Paris’e yedi buçuk milyon turist getirmişti... (Bu arada Türkiye’nin 20 ilindeki 43 müze kapalıydı.) Pek çok kişi romanda okuduğu eserleri, tabloları, müzenin kapısını bir de kendi gözleri ile görmek için koşmuştu müzeye.
Bir müzeyi, bir sergiyi bir kitabı daha iyi anlamak için gezmek... Onun satırları arasında dolaşmak. Ya da bir sergiyi daha iyi anlamak için bir kitabı okumak. Bizim gibi okuma, gezme, görme fakiri bir ülke için ne marjinal bir zevk değil mi? Ama müdürlüğünü Nazan Ölçer’in yaptığı Sakıp Sabancı Müzesi’ndeki “İstanbul’da Louvre” sloganıyla duyurulan “İslam Sanatının 3 Başkenti” sergisi sayesinde ben bu zevki tattım. Sergide Osmanlı, İran merkezli Safevi ve Hindistan’da kurulan Babür İmparatorluğunun görkemli sanat eserleri yer alıyor. İznik Çinileri’nin en iyi dönemine ait eserlerin, halıların, seramiklerin yer aldığı sergiyi benim için özel kılansa minyatürleriydi. Daha doğrusu resim sanatının tüm bu eserlerde kendini gösteriş biçimi. (Osmanlı’da daha soyut bir resim anlayışı varken İran’a hele Hindistan’a doğru gidildikçe tam tersi bir yaklaşımın olması. Neredeyse Batı resim sanatına yaklaşıp üç boyutlu, perspektif içeren bir anlayışa yaklaşılması gibi.)
Çünkü bu sayede kendimi Orhan Pamuk’un en sevdiğim romanlarından olan “Benim Adım Kırmızı”nın sayfalarında dolaşıyormuş gibi hissettim. Okuyanlar bilir, “Benim Adım Kırmızı”da kişisel üslup ve imza meselesi minyatür sanatı ve nakkaşların dünyası üzerinden tartışılır. Minyatürde ya da İslam resim sanatında perspektif de yoktur, hacim de. Her şey iki boyutludur. Okullarda sadece Batı resim sanatı eğitimi aldığımız için midir yoksa elimizden tutup iki müze-bir sergi gezdiren öğretmen olmadığı için mi, bilemem, bu resim sanatını o yüzden pek bir çocukçu bulur, küçümseriz. Malum bize kim anlatmıştır ki, İslam resminde bir “şeyi” birebir resmetmenin Allah’ın yaratıcılığı ile yarışmak olarak yorumlandığını. Dahası, Batıda imza sanatçının her şeyiyken, nakkaşların tam da bu yüzden eserlerine imza atmadıklarını... Üstelik bu resim sanatında yaratıcılığın kopya ederek geliştiğini yani kendini sınırlandırılarak kendini aştığını... Ve her bir minyatürün ardında bir edebiyatın, hikayenin olduğunu bize anlatan oldu mu? Orhan Pamuk’un son derece büyülü ve tutkulu bir dünyayı polisiye bir kurgu ile önümüze serdiği romanında ise tüm bu bilgileri bulmak mümkün. Bence bu sergiyi gezdikten sonra ya da öncesinde bu romanı okuyun.
Not: Sergiyi gezerken bir şeyi anlamak için tersine bakmak gerektiğini de hatırladım. Minyatürlerde yemenili, tülbentli örtülü kadınların gerdanı da gözüküyordu, saçları da. Sanki yanındaki erkeğin sarığı gibi bir aksesuar, statü simgesiydi başörtüleri. Başı örtmek, gizlemek niyetiyle değil de tıpkı günümüzün şapkaları, bereleri gibi dikkati buraya çekmek için takılmış gibiydi.