Bir peşkir, bir kahve fincanı
.
Hoca Ali Rıza Üsküdarlı’dır. Ağırlıklı olarak doğayı resmetmiştir. Hem de takıntılı olarak. Öyle ki, onun farklı resimlerini inceleyebilirseniz Üsküdar’ın ya da bir ağacın mevsimine göre değişimini görebilirsiniz. Veya kendinizi eski İstanbul korularında gezen ve ağaçların hışırtılarını dinleyen biri gibi hissedersiniz.
Çünkü detaylı ve sadık resimlerdir onunkiler. Bu nedenle botanikçiler ve İstanbul tarihçileri için resimleri birer belgedir. Zira mesleğe harita çizimi ile başlamıştır. Döneminde fotoğrafın henüz yaygınlaşmadığını hatırlarsak resimlerinin sadece sanatsal değil belge önemi daha iyi anlaşılır. Ne yazık ki, bir Hoca Ali Rıza Müze’miz olmadığı için onun resimlerini bir arada görme şansımız çok az. Daha önce Yapı Kredi Kültür Sanat Merkezi bir Hoca Ali Rıza sergisi düzenleyerek bize bu fırsatı sunmuştu. Şimdi de bu fırsatı, Arkas Sanat Merkezi’nin Yapı Kredi ile işbirliği sayesinde İzmirliler de yakaladı.
145 Hoca Ali Rıza eserinin yer aldığı sergide ressamın yağlı boya, guaj, suluboya resimlerinin yanı sıra birbirinden zarif kurşun kalem çizimleri de yer alıyor. Ressamın ustalığının en yalın ve berrak göstergesi olarak tanımlanan bu çizimlerin de dahil olduğu tüm eserlerin ortak noktası ise, ressamın izleyicisi ile adeta sohbet eden üslubu. Birbirinden kıymetli bu eserler içinde beni avcunun içine alan ise iki küçük resim oldu. Biri “Peşkir”. Küçücük bir tablo bu. Bir duvara asılı bir bez parçası alt tarafı... Ama nasıl neşeli. Sanki uzundur yas tutulan, pencereleri bile doğru dürüst açılmayan bir eve gelen yeni gelin gibi... Neşeli, enerjik... Az sonra birinin ellerine dokunacak ya da omzunda avluya çıkacak gibi duruyor. Bu resme bakıp da yüzünüze tatlı bir tebessümün konmaması mümkün değil. Hem de çocukluk öğle uykularınızı hatırladığınızda dudaklarınızda şekillenen türden.
Diğer resim de küçücük. Bu da bir “Kahve Fincanı”. Kim tarafından içilmiş ya da nerede durduğu bile belli olmayan bir fincan. Bir masada mı, sehpada mı, sedir kenarında mı? Belli değil. Ama “Peşkir”in aksine çok hüzünlü. Yalnız. Beklentisiz. O kadar ki, ters çevrilip falına bile bakılmamış.
Türk kahvesinin diğer ritüellerinden de hiçbir iz yok. Fincanın yanında ne bir su bardağı duruyor, ne likör... Bir lokum parçası ya da pudra şekeri tozu da yok. İçilip bırakılmış sadece. Öylece...
Bu yüzden bu iki resmin karşısında mıh gibi yerime saplanmış dururken bir kez daha aklımdan şunu geçirdim; “Demek ki, ustalık bu. Yalınlaşabilmek. Mimikleri bile olmayan iki sıradan nesne ile izleyiciyi bir uçtan diğerine taşıyabilmek. Hüzünden neşeye ya da neşeden hüzne...”