Bir duruş, bir yalnızlıktır; ada
Hiç kendinizi bir adaya benzettiğiniz oldu mu? Bir yerlere, bir şeylere ya da birilerine bağlanmaya çalıştıkça en yakınındaki karalardan bile kopan...
Karşı kıyıyla aranızda kısacık bir deniz mesafesi olsa da kaldırımlarınızın, evlerinizin, el ele dolaşan âşıklarınızın hatta pencerelerdeki sardunyalarınızın bile farklı olduğunu düşünür müsünüz? Sahi kendinizi bir ada kadar özgün ve bir ada kadar yalnız ve bir ada kadar bir yere bağlanamaz, iliştirilmez hisseder misiniz? Ne zaman kendi sokaklarınızda yürüseniz herkese ait olan o tarihin sizin tarihiniz olmadığını hisseder misiniz? Sahi, tüm güzelliğine ve çekiciliğine rağmen bir ada olmak ister misiniz?
Aidiyetini yitirmek
Ne zaman Bozcaada’ya gitsem ya da Büyükada’ya içimdeki bu adayla yüzleşirim. Çünkü karşı kıyıyla aralarındaki yarım saatlik deniz yolu iki farklı kültürü, iki farklı psikolojiyi, iki farklı tarihi barındırır. Öyle ki her iki kıyıda da memleket sorunlarına bakışınız değişir, birinde vicdan azabından kıvranırsınız diğerinde “yetti artık bu azap” dersiniz... Dahası adaların yazın sakin, kışın ıssız sokaklarında dolaşırken bakışlarınız pencerelerden evlerin içlerine süzülür, gördüğünüz objelere, dantel örtülere, duvardaki siyah beyaz fotoğraflara imrenme ve hüzün karışımı bir duyguyla bakarsınız. Dersiniz ki eve döndüğümde “ben de dantellerimi çıkarıp sereceğim” ya da “aile büyüklerinin resimlerini çerçeveletip duvara asacağım.” Ama adalı olmayan biri için adayla kurulabilecek ruh hali ancak bu kadardır, sonrası bir turistin bitip tükenmek bilmez, bilmemesi istenen heyecanı, oburluğu ve tüketim telaşıdır. Yoksa meydandaki ulu ağacın altında saatlerce kitap okumak ya da adanın en sevilen köpeğinin yeni doğmuş yavrularını görmek için yanıp tutuşmak gibi heyecanlar size uğramaz, bunlar adanın yerlisine has duygulardır. İşte tam da bu yüzden git gide bir ada olmak isterim, zamanın genişleyip insanileştiği, insanın yüreği avcunda yaşayabildiği o nahif hayat için... Ama bilirim, ada olmak hiç de kolay değildir, dediğim gibi en yakınınla bile ilişki kuramamak, aidiyetini yitirmektir...
Büyükadalı Fıstık Ahmet’in (Tanrıverdi) “Atina’daki Büyükada” kitabını okuduktan sonra bu düşüncelerim daha bir pekişti. Çünkü kitapta öyle bir bölüm var ki, “gel de çık işin içinden” denecek türden... Azınlık denilen şeyin kimi zaman etnik kökenle, inançla değil hayata bakışla, duruşla ilgili olduğunu anlatan bir bölüm bu. İnsanın farklı olandan kopup kendinden bildiğine bağlanmaya çalışırken nasıl da yapayalnız kalışının... Büyükadalı bir Rum kadının, adadaki Rum nüfus azaldığı için Yunanistan’a gidip kendine koca bulmasıyla başlayan bir hikaye bu. Fıstık Ahmet bize diğer konuştuğu kişiler gibi kadının adını vermiyor, okuyacaklarınızdan sonra veremeyeceğini siz de anlayacaksınız. Zira bu hikaye siyasi sürtüşmelerin insanların seks hayatlarını bile ele geçirebildiğini anlatıyor. Nasıl mı? Gelin bunu büyük hayallerle, kendi milletinden bir erkekle evlenmek için Yunanistan’a gelen o Rum kadının kendi ağzından dinleyelim: “Kocamla ilk zamanlarda her şey iyi gidiyordu. Ama tüm güzelliklere rağmen hemen çocuk yapmak istemedim. İçimde bir kuşku vardı. Sevişirken birden değişiyordu. Nedenini anlayamadım. Dış görünüş bazen insanı yanıltıyor. Bir insanla beraber olmadan yani yatmadan evlenmenin yanlış olduğunu anladım. Ben soğuk bir kadın değilim ama yatakta beni şaşırtmaya devam edince çocuk yapmaktan vazgeçtim. Ahmet, aklına neler geldi bilmiyorum ama hiçbiri değil. Türk-Yunan anlaşmazlığına nasıl ki Kıbrıs sebep olduysa benin evliliğimin bozulmasına da Kıbrıs sebep oldu. Sevişirken birleştiğimiz zaman, üstümdeyken ve boşalırken ‘Ecevit, Ecevit’ diye hırsla inliyordu. Ve Ahmet, benimle sevişmiyor adeta harp ediyordu. Yatakta o Yunanlı ben Türk tarafı idim sanki. Kocamın bu kadar fanatik olduğunu bilmiyordum. Kindar ve manyak herif! Hemen ayrılmaya karar verdik ve boşandık.”