Belgesel kanallarında dünya var!
.
İster ukala deyin, ister “Fransız”, yerli dizi seyretmiyorum. Daha doğrusu seyredemiyorum. Dakikalarca süren manasız bakışmalar, karakterlerin az sonra podyuma çıkacak ya da acayip bir partiye katılacakmış gibi giyinmesi, herkesin gizli bir sır saklaması… Hele hele iyilerin ise salak ölçüsünde saf olması. Bunlar beni daraltıyor. Ve ne yazık ki dizilerin zeka seviyesi her geçen gün biraz daha düşüyor ve belli ki düşecek de.
Tartışma programları da çok sıkıcı. Hemen her program 10 hadi bilemedim 15 kişi arasında dönüp duruyor. Artık kimin ne söyleyeceğini ve söylemeyeceğini bile ezberledik. Bu yüzden biz de kendimizi yabancı kanallara emanet ettik. Özellikle de belgesel kanallarına. Oh be, dünya varmış. Türkiye ve Türkiye’nin kısır sorunlarının, estetik ve şov anlayışının ötesinde kocaman bir dünya varmış. Bir dönem, sırf hayatımdaki sorunlara takılıp kalmayayım diye teleskop almıştım. İstanbul’da gökyüzünü gözlemleyemeyeceğimi elbette biliyordum. Zaten derdim, bir yerlere bakmaktan ziyade, o teleskobun bana kendi küçük hayatım ve sorunlarımın dışında kocaman bir evren olduğunu hatırlatmasıydı. İşte bu belgeseller bende bu etkiyi yaptı. Mesela ağaç evi tutkunu bir adamın (mühendis) belgesel dizisi var. Tavsiye ederim. Şahane bir şey. Mesela şu ana kadar, ölmemiş tek bir dal bile kesmedi. Hem o dalı yaşatıp hem de müşterinin kimi zaman lüks sayılabilecek isteklerini gerçekleştirmeyi başarıyor. Bir diğer ağaç tutkunu ise ağaç kulübe yapıyor. Basit ya da lüks. Pahalı ya da ucuz. Fark etmiyor. O da müşterisinin isteğini doğaya zarar vermeden, doğanın da ihtiyaçlarını gözeterek yapmayı amaç edinmiş biri. Çünkü biliyor ki, bu dünya hepimizin. Bir bölümde, eski bir kulübenin tahtalarını satın aldı. Meğer, bu kulübe 1900’lerin başında yok olan bir ağaç türünün (sanırım Amerikan meşesiydi) tahtalarından yapılmıştı. Yani artık bu tahtalar yok. O yüzden sahibi, ondan kulubüye yıkıp yenisini inşa etmesini istediğinde o da karşılığında tahtalarını istemişti. Tek bir amacı vardı; soyu tükenmiş bu ağacın tahtalarını bir başkasına yapacağı kulübede kullanmak ve bu şekilde o tahtaları ve ağacı yaşatmak. Çünkü yaşadığı yeri, doğayı, yuvasını korumak istiyordu o da hemen hemen tüm canlılar gibi. Ancak ben de teleskop etkisi uyandıran bu keyifli seyirler haberleri seyrettiğim an bitiyor. Çünkü o zaman, bu belgeseller sayesinde gördüklerim dışında bambaşka bir insan prototipiyle karşılaşıyorum ve yaptıklarına bir türlü anlam veremiyorum. Bu insan tipi, mega projeler uğruna derelerin yataklarını değiştiren, ormanların bağrına hançer saplayan, birçok hayvan ve bitki türünün yok olmasına neden olan ve bundan ötürü hiçbir sorumluluk hissetmeyen bir anlayışa sahip. Az önce bir dalı kesmemek için -20 derecede 24 saat daha fazla çalışmayı gönüllü olarak tercih eden insanlarla hiçbir alakaları yok. Hatta binlerce ağacın kesilmesinin bir “gelişme” olduğunu bile iddia edebiliyorlar. Hem de “PES” artık diyerek şehirlere inen börtü böceğe, yaban hayvanlarına, “Ben yandım sen de yan” diyen hava koşullarına rağmen!