Bazı yetenekler başa beladır!
Buket Aşçı ile Kültür Turu
Bazı bedenlere ruhları dar gelir... Taşıyamaz, yığılıp kalırlar... Baştan aşağı tutkudur onlar. Yalanları yoktur, hesapları, iki yüzlülükleri... Yaşam karşısındaki tek silahları ise yetenekleridir. Öyle büyüktür ki yetenekleri, en sığ ruhları bile titretirler. En zalimlerin içinde bir vicdan yeşerir. Öyle büyük bir yetenektir ki onlarınki, sahibine zarar verir. Büyük yetenekler bir lütuf olduğu kadar, başa beladır. Kuyumcu terazisi kadar duyarlı kılar insanları. Kulakları, gözleri, tenleri... Tüm duyuları sonuna kadar açıktır. Bu yüzden aşkın yanındaki sadakatsizliği bir çırpıda görürler. “Sen olmazsan yaşayamam” diyen bir ruhun, “Bensiz nasıl da mutsuz olur” diyerek aldığı zevki bir bakışta okur, duyar, hisseder, dokunur ve ne yazık ki tadar!
Tadar çünkü onların yetenekleri başlı başına bir başkaldırıdır. Neye mi? Elbette hayatın tüm dinamiğine... Önce doğup sonra ölüyor oluşumuza bile... Bu yüzden de hayata karşı yürürler. Yanılacaklarını, aldatılacaklarını, acı çekeceklerini bile bile yaşarlar ve yenilgiyi defalarca tadarlar! Ve elbette bir süre sonra ruhun yüklendiği bu büyük acıyı beden taşıyamaz olur. Hastalanır.
Bakar, beden hastalanmıyor, bu kez de hastalanıp ölmek için yöntemler arar. Alkol ve uyuşturucu gibi... Arada iyileşmek de isterler. Başkaldırdığı hayatla barışmak... Rehabilite olmak yani! Bir süreliğine bir ateş kes imzalanır. Ama sonra, bir şey olur. Mesela bizim günlük hayatta “kıskançlık” deyip yanından geçtiğimiz o karmakarışık, ne Doğu ne de Batı felsefesindeki dair hiçbir mantık kuralına oturmayan, ama yüzyıllardır insan ilişkilerini belirleyen o duyguya kapılır. Bunu anlayamaz. Hazmedemez. Kıskançlığı da, kıskanmayı da, kendisini de. En çok da hayatı...
Yaşamak bu büyük yetenekler için başlı başına bir mücadeledir. Her sabah uyanmak onlar için atlatması gereken bir 24 saatlik dilimlik engelli koşu gibidir. Bazı yetenekler gerçekten başa beladır. Büyüklükleri hassasiyetlerinden gelir ama tam da bu yüzden disipline olamazlar. Bir sporcu gibi düzenli çalışamazlar çünkü “ilham perileri” ile küser. Böylesi bir hayat da onlar için bitkisel hayattan farksızdır. Sınırda olan yetenekler ise tam da bu yüzden kendilerinden dört nala kaçarlar. Israrla üretmezler, yazar olmaktan, ressam olmaktan, müzisyen olmaktan ısrarla kaçarlar. Çünkü bilirler, bir kez yetenekleri ile anlaşma yaparlarsa, kaçışları yoktur. O yeteneğin kendisine vereceği haz kadar acıyı da kabulleneceklerdir ki, sanatsal haz en çok da acıdır!
Diyorum ki, böylesi yetenekler için keşke başka bedenler tasarlansaymış. Mesela acıya daha dayanıklı, kanatları olan, çok daha hızlı koşabilen, yaraları bir çırpıda iyileşebilen bedenler... Yani ruhları gibi bedenleri de sıra dışı, insanüstü olabilseymiş... Belki o zaman tüm şarkıları ile bizleri alıp götüren Amy Winehouse aramızda olabilirdi... Tabii Kurt Cobain, Jimi Hendrix, Jim Morrison, Nilgün Marmara, Mayakovski, Sylvia Plath gibi...
Haftanın kitabı
Joyce Maynard’ı, “Gönülçelen” ile gönüllerimize taht kuran J. D. Salinger’ın sevgilisi olarak biliyoruz. Salinger ile yaşadığı aşk ve mektuplaşmaları yıllar sonra ortaya çıkan ve böylece çok satan listelerinin değişmez ismi Joyce Maynard’ın “Çilek Kızlar” kesinlikle okumaya değer bir roman.
Kitabınızı alın, gölge bir yere geçin ve başlayın okumaya. İnanın güzel bir yaz günü geçireceksiniz. Kitabın konusu ise aynı gün, aynı hastanede doğan iki kız çocuğunun birbirinden tamamen farklı iki komşu ailede yetişmesi üzerine... İlginç ve keyifli akan bir hikaye...
Çilek Kızlar/ Joyce Maynard/
April Yayıncılık