Bahar okumaları – 2
İki hafta önceki “Bahar kitapları ve okuma turları” yazıma büyük istek üzerine devam ediyorum. Büyük istekten kastım; elinizde tuttuğunuz ekin yöneticisi Güney Öztürk ve bazı okurların ısrarlı talebidir
Hava kapalı üstelik yağmurlu... Yine de evde oturmak istemiyorum. Nişantaşı’nın keyifli kafelerinden biri, hem evin yalıtılmışlığından hem de yağmurdan koruyabilir beni. Okumak için yanıma alacağım kitabı ise çok iyi biliyorum; Orhan Pamuk’un “Pencereden Bakmak” öyküsünü.
Pamuk’un Nobel Ödül Töreni’nde yaptığı “Babamın Bavulu” isimli konuşmasında da izleri görülen bir öyküdür bu. Babası Paris’e giden küçük bir çocuğun hüzünlü hikayesini anlatır... Nişantaşı’ndaki evinin penceresinden dışarı seyredişini, gözlemlerini, hislerini...
Bu öyküyü daha önce okumuştum. Bugün tekrar okumak istememin nedeni ise öyküdeki o çocuğun hüznünün, benim içimdeki bir hüznü uyandıracağını biliyor olmam. Bu,“Yağmur yağıyor, seller akıyor, Arap kızı camdan bakıyor” tekerlemesini söylediğim günlere ilişkin bir hüzün. Altın çağım olan çocukluğuma duyduğum özleme, bir daha çocuk olamayacağım gerçeğinin sancısına ilişkin... Bugün o hüznü tekrar hissetmek istiyorum, çünkü o hüzün bana bir zamanlar çocuk olduğumu ve önümde çok büyük bir hayatın olduğunu hatırlatacak!
YEŞİL BİR DOĞA VE BRONTE
Ama kentten uzaklaşmak da istiyorum. Yeşile dönen ve çiçeklerle renklenen doğanın içinde olmak. Uzun, sakin yürüyüşler yapmak. İç sesimi dinlemek... Kim bilir şansım varsa belki yalnızlıktan bile sıkılabilirim.
Mesela Sapanca ya da Abant’a gitsem... Yağmur sessizce yağarken, yemyeşil doğada pek çok kez sinemaya, televizyon ve radyo oyunlarına, müzikallere hatta şarkılara konu olan Emily Bronte’nin “Uğultulu Tepeler”ini okusam... Bir kez daha insanlık yazıyı ve edebiyatı keşfettiği için gururlansam. Yoksul ve çingene bir erkek ile çiftlik sahibinin güzeller güzeli kızının “imkansız aşkı”nı okurken, 19. yüzyılın görkemli kadın romancı ve şairi Bronte’yi bir kez daha ansam... Hatta zengin ve soylu bir erkeğe tercih edilen kahramanımızın intikam planlarına ve öfkesine ortak olsam...
GÜNLERİN KÖPÜĞÜ
Eğer hava açmışsa ya da yağmur dinmişse... Ben de Sultanahmet’e gitsem. Bir ritüel gibi köfte ve irmik helvası yedikten sonra, Alman Çeşmesi’nin karşısındaki çay bahçesinde -kötü de olsa- bir çay içip Küçük Ayasofya’nın bahçesine yönelsem. Küçük dükkanların arasındaki güllerle süslü bu güzel bahçede Nahid Sırrı Örik okusam... Yine kararsız kalsam; Zeki Demirkubuz’un yeni sinemaya uyarladığı “Kıskanmak” romanını mı yoksa Ziya Öztan tarafından sinemaya uyarlanan “Sultan Hamit Düşerken”ini mi okumalı, bilemesem. Ve yine “En iyisi ikisini de yanıma almak, orada karar veririm” desem!
Havalar güzelleşince, ne yapıp edip, Boris Vian’ın gelmiş geçmiş en güzel aşk romanlarından sayılan “Günlerin Köpüğü”nü tekrar okusam... Yolda, bankta, işte, markette... Böylece bahar günlerinin nasıl da hızla geçip gittiğini hatırlasam: Bir aşk, bir hayat gibi!
Ama tüm bu hayallerime rağmen, oradan oraya koşturacağımı, iş seyahatlerine çıkacağımı biliyorum. Gidilen şehirlerde bir ya da iki gece konaklanan, iş bitti mi en fazla bir yemek yenip ilk uçakla dönülen... Şehrinizden ayrılıp başka bir şehirde olduğunuzu bile anlayamadan döndüğünüz gezilere... İşte bu tür yolculuklar için de, Tayfun Pirselimoğlu’nun yeni öykü kitabı “Otel Odaları” bana yol arkadaşlığı yapsın isterim... Ama eminim ki, valizimin bir yerine “bir umut” diyerek Alain de Botton’un “Seyahat Sanatı”nı sıkıştıracağımı da bilerek...
Sevgili Aylin’e
Bir süredir aramızda değilsin. Seni çok özledik. En kısa zamanda aramıza döneceğine, hayatına kaldığın yerden devam edeceğine olan inancımız çok büyük. Seni düşünmediğimiz tek gün yok, kalbinizseninle...
Sevgilerle...