Aykırı Kumpanya'nın farklılığı
.
Enver Aysever ve “Aykırı Sorular”ı biliyorsunuzdur. Sevgili Enver’in yaptığı bu programın türü için “hard-talk” deniyor. Yani “Efendim, sakıncası yoksa şu soruyu sorabilir miyim?” diye cümlelerin kurulmadığı bir program bu. Yani gazetecinin gazeteci gibi davrandığı, kamuoyunun ve kendinisin aklındaki soruları objektif ve hakaret içermeden sorduğu, zaman zaman da tartıştığı bir program... Elbette, her gavur icadı gibi bu programdan da Türkiye’de çok az var. Hal böyle olunca Enver Aysever’in programı pek bir “aykırı” duruyor varolan medyamızda. Ancak farklı olanlar, fark yaratabilir. Nitekim sevgili Enver bir fark yarattı ve “Aykırı Kumpanya” ile buna devam ediyor. Bilenler bilir, Enver Aysever sadece gazeteci değildir. Her şeyden önce bir yazardır, “Bir An Bin Parça” romanı Yunus Nadi Ödülü’nü almıştır. Sonra tiyatrocudur. Oyunculuğu vardır, yazarlığı, yönetmenliği de...
Yani farklılığı bir entelektüel birikime ve sanat tutkusuna dayanır. Sibel Alaş’la birlikte sahneledikleri “Aykırı Kumpanya”yla ise farklı disiplinlerdeki bu uğraşlarını bir araya getirmiş ve ortaya “siyasi bir stand up” koymuş. Bize bizi anlatan bir kumpanya bu. Kimi zaman kahkahalar attığınız ama birden tokat yemiş gibi sustuğumuz...
Darbelerin, hop hop değiş Tontonlar’ın “benim memurum işini bilirler”in, Sivas Katliamı’nın, Gezi’nin tarihini anlatan... Nâzım Hikmet’in, Sabahattin Ali’nin, Rıfat Ilgaz’ın,
Aziz Nesin’in, Atilla İlhan’ın, Ahmet Kaya’nın hikayelerini... Bu topraklarda her daim acı çeken, hayatı dışarıdaki kadar içeride geçen aydınların tarihini... Onların katledilişinin, bir türlü yataklarında ölememelerinin tarihini... Katillerin bir türlü yakalanamamasının ya da sıcak yataklarında ölmelerinin tarihini...
Enver Aysever ve Sibel Alaş, insanların “yerine ve zamanına göre” muhalefet etmeye imtina ettikleri bu dönemde bize ne resmi ne de gayri resmi tarihe girmeyen “rezil siyasi tarihimizi” anlatmış. Hem de sözlerini hiç sakınmadan, parallel yollara sapmadan, arkadan konuşmadan, pusu kurmadan yapmışlar... Kızlı-erkekli pek bir delikanlı durmuşlar!
Kentin tarihini anlatan restoranlar
Bir şehrin kültüründe, tarihinde mutfağı çok önemli bir yer tutar. Özellikle de bu mutfağı herkesle tanıştıran restoranları.
Ne yazık ki, Türkiye’nin restoran, lokanta geçmişi Batı’yla kıyaslanınca çok yeni. Bunun sebepleri ise uzun uzun konuşulur. Sanayileşme, kentleşme, kadının sosyal hayata cumhuriyetle birlikte girebilmesi vs... Ancak gerçek şu ki, köklü restoran ve lokantalarımız çok az. Olanların da ne kadar kıymetini biliyoruz, belli değil. İnci Pastanesi’nin durumu gibi. Ya da yılların “Refik”inin kapısının önüne iki masa atamaması... Veya bir restoran zincirinin gelip tüm sokağı kapatmasıyla irili ufaklı dükkanların bir anda tarih olması gibi... Bu gidişle memlekette klasik anlamda meyhane kalmayacak kimse farkında değil ya da Nevizade’yle sınırlı kalacaklar.
Oysa İstanbul kültüründe meyhanelerin çok önemli bir yeri vardır. Hele hele Rum meyhanelerinin. Ne yazık ki, nüfus mübadelesi, 6-7 Eylül olayları ile sayıları o kadar azaldı ki.
Bunlardan biri ise 1940 senesinden beri Tarabya’daki Hristo. Restoranı artık Hristo işletmiyor ama mutfak da gelenekler de tamamen korunmuş. Mezeler ve balıklar harika. Mesela kesinlikle levreğe sarılı köz patlıcanı tadın. Zeytinyağlılar ise olağanüstü. Mekanın sahibi Yasin Yıldız ve Saim Gökçe’nin bir mesajı var: “Mekanın kurucusu Hristo’yu tanıyan ve elinde fotoğrafı olanlar lütfen bizimle ilişkiye geçsin. O kadar aradık bulamadık, adını yaşatmak istiyoruz.”