Şampiy10
Magazin
Gündem

Sadece tatil değil, festival ve sanat mevsimidir de yaz

Tatile gitmek istiyorum. Herkesten, her şeyden elimi ayağımı çekeceğim, telefonumu kapatacağım bir mavi yolculuk...

Sabah yüzümü denizde yıkamak... Bir şort, tişörtle hatta mayo-bikini ile yaşamak... İyot kokusu, hafif yemekler...

Sonra bol bol okumak. Ama ilk gençliğimdeki gibi... Hani Rus klasikleri okunan, başka hiçbir şeyle ilgilenilmeyen o uzun okumalar gibi.

Ya da ilk kez Marquez’le tanışılan o nefis yaz mevsimini tekrar yaşamak istiyorum, yaşayamayacağımı bilsem de taklit etmek.

Yani uzun tartışmaların, şehir hayatı kurallarının, kokteyl şıklıklarının, iş hayatı repliklerinin yerini en sade yaşam mekanizmasına bıraktığı bir tatil istiyorum. Alabildiğine sadeleşmiş...

Ama... Ajandama baktıkça bu tatil benden uzaklaştıkça uzaklaşıyor. Çünkü her yer festival, her yer etkinlik, her yer sergi, her yer konser...

Şimdi insan ömründe kaç kez Amy Winehouse ile “You know I’m no good” ya da “Back to Black” şarkısını birlikte söyleme şansı yakalar... Ya da sesini duyduğum an çakılıp kaldığım Elthon John ile “Sacrifice”ı, hele hele “Sorry Seems To Be The Hardest Word”u...

Üstelik bu yaz öyle çok etkinlik var ki... Hele festivaller... Biri bitiyor, diğeri başlıyor ya da eş zamanlı hareket ediyorlar. Bu yüzden ajandanıza bu sanat etkinliklerini işaretlemeden tatil planı yapmayın, yaptıysanız da tekrar bir gözden geçirin. Çünkü her biri çok özel etkinlikler bunların... Mesela ne yapıp edip Karaköy’deki sanat limanına uğrayın.

Zira burada harika bir sergi başladı. Üstelik bu serginin öyküsü, Royal Academy’nin (Londra) 1769’dan beri her yaz düzenli olarak gerçekleştirdiği yaz sergilerine dayanıyor. Academy, o zamandan beri yani 243 yıldır her yaz 12 bin eser arasından 1200 eseri seçip sergiliyor. Ve şimdi de bu muazzam sanat geleneğinin Türkiye’de yeşermesi için Time Out İstanbul ve Beyaz Art’ın organize ettiği İstanbul Yaz Sergisi’ne destek veriyor.

500’e yakın eserin ilk kez bir arada sergilendiği ve satışa sunulduğu etkinliğin hedefi ise demokrasi. Evet, bildiğiniz demokrasi. Çünkü sadece toplumlarda değil sanat piyasasında da pek çok eser ne yazık ki fırsat eşitliğinden yoksun. İşte Yaz Sergisi’nin amacı bunu ortadan kaldırmak... Bence gidin görün, çağdaş sanata ilişkin çok ilginç eserler var: Ütopik olanları da, uygulanamaz denilenleri de. (15 Temmuz’a kadar Antrepo 5, Karaköy)

Gelelim “Sonisphere 2011”e... Metal müzik tutkunlarının bayramı olarak tanımlanan festivalde bu yaz öne çıkan grup hiç kuşkusuz, dünyanın en büyük metal gruplarından, Türkiye’de de büyük bir hayran kitlesi olan Iron Maiden. Taktıkları maskeler ve solistlerinin 1’den 8’e kadar numaraları ile kendilerinin de satılan bir ürün olduğunun altını çizen Slipknot de konserin beklenen gruplarından.

Bu yıl festivalin bana göre en ilginç ismi ise Alice Cooper... En yakın dostlarından birinin bir boğa yılanı olduğunu ve heavy metal’in tavuk kafası koparma mitini yaratan adamı olduğunu söylersem, ne demek istediğimi hemen anlayacaksınızdır...

Ama hemen söyleyeyim, Cooper o gece tavuk kafası koparmayacak. Çünkü hiç böyle bir şey yapmadı. Sadece, bir konserinde tavuğun uçan bir kuş olduğunu sanıp, (şaka değil gerçek!) hayvanı seyircilerin üstüne atmıştı, o kadar(!)

Şimdi o ve diğer gruplar 19 Haziran gecesi Küçükçiftlik Parkı’nı sallamaya hazırlanıyorlar!

*****

Temizlik tarihimiz

Biz kitap editörlerinin masasına her gün yığınla kitap gelir ve bunların arasında kurumların, belediyelerin desteklediği kitaplar da vardır. Ama bu kitapların çoğunu karıştırmak bile gelmez içinizden. Sırf birileri para kazansın diye, hiçbir özelliği olmayan konular kitaplaştırılmıştır.

O yüzden sponsorlu kitaplara hep mesafeli dururum. Ama Sultanbeyli Belediyesi’ni tebrik etmek istiyorum. Çünkü bünyelerinde kurulan Çevder’in Çeküd’le birlikte destekleyerek çıkardığı çok özel bir kitap var elimde: “Tanzimat- İstanbul” yani “Osmanlı’dan Günümüze Temizlik Tarihi.” Mehmet Mazak ve Fatih Güldal yazmış. Belediyecilik tarihimizi, sivil hayattan örneklerle, tarihi olaylarla ele alan keyifli bir tarih kitabı bu.

Bence kurumlar tam da bu tür kitaplara destek vermeli, yani faaliyet gösterdikleri alanlara dair kitaplara... Çünkü herkesten önce onlar bu kitaplardan çok şey öğrenecektir.

Yazının devamı...

Bakalım Andy Warhol’u nasıl tüketeceğiz?

Kehanette bulunur gibi; “Herkes bir gün 15 dakikalığına şöhret olacak” dedi ve 20. yüzyılın en şöhretli sözlerinden birine imza attı.

Eserlerinde tüketim kültürünü eleştirdi. Ama bunu yaparken bu kültürün tüm nimetlerinden de sonuna kadar yararlandı. Popüler kültürün en önemli ikonları Marilyn Monroe, Elizabeth Taylor, Elvis Presley’i baskılarında kullandı. Bol para kazandı. Tüketimin en büyük simgeleri olan Coca Cola şişeleri, konserve kutuları ise vazgeçilmez malzemeleriydi.

Hem eleştirdi, hem eleştirdiği oldu.

Tıpkı bizim gibi.

Böylece tüketim toplumunun bir ferdi olarak hepimiz onun eserlerinin hem malzemesi, hem kendi, hem de tüketicisi olduk.

Bu da onu pop-art’ın babası yaptı.

Bunu yaparken kendini de bir performansa dönüştürdü.

Mesela bir ara, bazı çalışmalarını asistanlarının yaptığını söyledi. Yaşanan sansasyondan sonra sözlerini yalanladı yalanlamasına ama ölümünden sonra bile kimse gerçeği öğrenemedi.

Hakkında birçok bilgi dolaştı ama hiçbiri kesinliğe kavuşamadı.

Kimilerine göre gay, kimilerine göre aseksüeldi.

Hep sınırları zorladı.

“Empire” filmi tam 8 saatti ve yapımı, Empire State Building’in karşısına konulmuş bir kameranın 8 saat boyunca sabit bir noktada çalıştırılmasıyla gerçekleşmişti. Bir diğer benzer filmi de “Sleep”ti. Burada da 6 saat boyunca uyuyan biri gösteriliyordu. O kadar.

Çünkü Warhol, “Birinin yazdığı kitabı okumaktansa, iç çamaşır alışverişini izlemeyi tercih eden” biriydi.

Kullandığı cinsellik ise sinema dünyasının tüm sınırlarını zorladı.

İşte 20. yüzyılın bu bol tartışmalı ve bir o kadar da zihin açıcı sanatçısının filmleri ve Polaroidler’i Türkiye’de.

Açıkçası, Galerist’in üç ayrı galerisinde (Tepebaşı. Akaretler, Galatasaray) aynı anda başlayan “Warhol Hareket Halinde” sergisinin yaratacağı reaksiyonları merakla bekliyorum. Çünkü söz konusu, filmlerinde porno kullanan ve izleyicisinden filmi çekerken harcadığı enerji ve zamandan daha fazlasını isteyen Andy Warhol...

Bundan kastım elbette “Ölüm Pornosu” romanına ve Harakiri dergisine soruşturma açılan, muhafazakarlaşan bir ülkede Warhol’un filmlerinin ne tür bir reaksiyon yaratacağı yönünde... Çünkü Warhol’un “Blow Job” filmi oral seks yapılan bir adamın yüzüne tutulan bir kamera ile çekilmiştir. Ya da “My Hustler” homoseksüel sinemanın klasiklerinden kabul edilir. Ya da “Bike Boy” yumuşak bir porno olarak tanımlanır.

Yani filmlerinin bu özelliğini görmezden mi geleceğiz yoksa rahatça yorumlayabilecek miyiz? Ya da... Elim varmıyor yazmaya!

Kısaca Andy Warhol, bize, nasıl bir ayna tutacak merak ediyorum.

Dediğim gibi, bizler onun eserlerinin hem malzemesi, hem kendi, hem de tüketicisiyiz...

Bakalım, Andy Warhol’u nasıl tüketeceğiz?

(9 Temmuz’a dek sürecek olan serginin filmeri Galerist Galatasaray ve Tepebaşı’nda, Polaroid’leri ise Akaretler’deki Galerist’te görülebilir.)



Öptüm seni Hayvan!

Nazan Öncel’in “Hayvan” ve Sezen Aksu’nun “Öptüm” albümleri peş peşe çıktı... Önce kapaklar üzerine bir yorum: Her iki albümün kapak tasarımı da vasat. Sanki söz konusu sanatçılar Sezen Aksu ve Nazan Öncel değil. Hele Aksu’nun albümünün renkleri... Belli ki, kurgu bize bir curcuna, bir hayat neşesi vadetmek istemiş ama yarattığı duygu daha çok neşeli olmak için çabalayan bir yorgunluk olmuş. Nazan Öncel’den ise daha esprili bir kapak beklerdim açıkcası.

Gelelim şarkılara... İki albümü de dinlerken, sanki güzel bir rüya görmüş ve sonra birden uyanmış ve ardından uykuya yatmış ve o rüyayı tekrar görmek için çabalamış ama bir türlü görememiş, biri gibi oldum. Valla oldum.

Sezen Aksu’nun albümündeki “Unuttun mu Beni” ve “Kaçıracam Seni” tatlı bir rüya vadetse de ne yazık ki kısa sürdü. Hem de Yıldırım Türker’in yazdığı “Acıtmışım Canını Sevdikçe” şarkısının sözlerine ve Cemal Süreya’nın o muhteşem şiiri “Sayım”ın varlığına rağmen...

Nazan Öncel’in “Hayvan”ı ise kesinlikle daha uzun süren bir rüyaydı. “Bebek Sevgilim” ve “Böyle Konuşma” Nazan Öncel’in 90’larını, Göç albümünü anımsatırken albüme adını veren “Hayvan”ın ise janti versiyonunu daha çok sevdim. “Canım Bir Yanlış Yapmak İstiyor”u ise kesinlikle eylemlerde slogan olarak kullanacağım:)



Müzik Festivali’nden...

- Glen Gould’a Saygı konseri: 10 Haziran, 20.00, Aya İrini

- Moskova Solistleri: 11 Haziran, 20.00, Aya İrini,

- Venedik Barok Orkestrası& Patricia Petibon: 13 Haziran, 20.00 Aya İrini

- Sonsuza Dek Tango: 15 Haziran, 21.00 Arkeoloji Müzesi Bahçesi

- İlhan Usmanbaş’tan Yola Çıkanlar &YoldanÇıkanlar Dünya Prömiyeri, 16 Haziran, 20.00 Aya İrini

Yazının devamı...

Benim de ar ve duygularım incindi

Sıkıldım, cümlelerimi tekrarlamaktan. “Bir kitap hakkında daha dava açıldı” diye başlıklar atmaktan. Düşünce ve ifade özgürlüğünün öneminden dem vurup AB uyum yasalarını hatırlatmaktan...

Sıkıldım, kitapların silaha, bombaya benzetilmesinden.

Sıkıldım, böylesi bir ortamda kitap okumanın öneminden bahsetmekten... Bu nedenle yapmış olduğum işin, beyhude bir çaba olarak görülmesinden...

Sıkıldım pür edebiyattan konuşamamaktan, işin içine her daim, en kaba haliyle siyasetin bulaşmasından.

Sıkıldım, Tanpınar’ın Doğu-Batı analizinin Osmanlı ve Cumhuriyet’le sınırlı kalmasından. Sıkıldım milliyetçi söylem ve Ermeni meselesine girmeden Orhan Pamuk’un romanlarından bahsedememekten.

Sıkıldım. Gerçekten çok sıkıldım.

Ama en çok da hayal kırıklığına uğramaktan...

Oysa ne çok sevinmiştim, değişen ceza yasasıyla birlikte bir edebiyat eserine müstehcenlik davası açılamayacak olmasına. Havalara uçmuştuk! “Oh be” demiştik!

Ama her şey bitmeyen bir korku filmi sanki. Tam derin bir nefes almışsın, bir bakıyorsun, şeytani ruh biçim değiştirip karşına dikilmiş. Bir de sinsi sinsi sırıtması yok mu! İşte o katlanır gibi değil.

Bu şeytani ruh, edebiyat eserlerinin kanunla koruma altına alınmasına rağmen yine bir yolunu bulup karşımıza çıktı. Bu defa başvurduğu yöntem ise “sen edebiyat eseri değilsin” demek! Şaka yapmıyorum, gerçek!

Dünyanın en önemli yazarlarından William S. Burroughs’un “Yumuşak Makine”sini edebi eser saymayarak hakkında müstehcenlik davası açıldı.

“Yumuşak Makine”ye “edebi eser değildir” demek... İnanın, bu yorumun samimi olmasını çok isterdim. Entelektüel seviyemizin Burroughs’u bile beğenmeyecek kadar yüksek olmasını...

Oysa absürdün bile absürdü bir haldeyiz.

Şimdi de benzer bir soruşturma Chuck Palahniuk’un “Ölüm Pornosu” romanı için başlatıldı. Hani şu, yer altı edebiyatının en güçlü yazarlarından, “Dövüş Kulübü”nün yazarı Palahniuk’un son romanı için.

Çünkü, Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kurulu’nun 8 sayfalık bilirkişi raporuna göre, “Ölüm Pornosu” halkın ar ve duygularını incitiyor, cinsi arzularını istismar ediyormuş.

Bence haklılar... Palahniuk gerçekten de halkın ar ve duygularını incitir. Dahası insanların tüketim toplumuna göre şekillenen ikiyüzlü ahlak anlayışını ve samimiyetten yoksun duygularını incitmekle kalmaz, yerle bir eder! Onun romanlarını bitirdiğinizde aynaya bakarken zorlanırsınız, o çok kutsal saydığınız değerlerin koca bir yalan itiraf etmek zorunda kalırsınız.

Yani doğru demişler, Palahniuk incitir!



Türkiye Yayıncılar Birliği’nin Düşünce ve İfade Özgürlüğü ödülü, tutuklu gazeteci Ahmet Şık’a verilirken, “Yayıncı Ödülü” de hapiste olan bir başka isme Aram Yayınları sahibi Bedri Adanır’ın oldu.



Keyif Ajandası

- Salon, ikinci sezonunu soul ve cazın iki ünlü ismiyle kapatıyor. Soulun başarılı ismi Jose James ve dünyaca ünlü davul virtüözü Jack DeJohnette ile... Cazı soul ve hip-hopla buluşturan Jose James, 27 Mayıs Cuma gecesi saat 22.00’da, efsane davul virtüözü Jack DeJohnette ise 28 Mayıs Cumartesi gecesi saat 21.30’da caz severlere doyasıya bir müzik ziyafeti sunacak.

- Bu hafta sonu iki güzel müzayede var. İlki Büyük Pazar Mezatı. Nadir kitapların, efemeraların, özel el yazmalarının ve çeşitli objelerin artırmaya çıkacağı mezatta öne eser Karamanlıca, Tevrat ve İncil’i. 1869 basımı 926 + 296 sayfa olan eser İstanbul’da Grek Alfabesi ile Türkçe yazıldığı ve bir Ermeni matbaasında basıldığı için çok özel. (Danışman Geçidi, 14.30)

Diğer önemli müzayede ise Türk ve dünya çağdaş sanatından 117 sanatçının 293 eserinin yer aldığı 16. Beyaz Çağdaş ve Modern Sanat Müzayede’si... Pazar günü Conrad Hotel’de gerçekleşecek müzayede de Komet, Nejad Melih Devrim, Burhan Doğançay’ın eserlerinin yanı sıra Amerikan Neo-Ekspresyonizm’inin öncüsü David Salle’in de eseri var. (Saat: 14.00)

Yazının devamı...

Nutuk’u da yanlış okumuşuz!

Çeviri ve dizgi hataları ile katledilmiş çok kitap gördük.

Bazıları ideolojikti, mesela “Suç ve Ceza”nın ünlü kahramanı Raskolnikov “Selamün aleyküm” diyordu.

Bazısı cehallettendi, bahsedilen ülkenin haritadaki yeri bile bilinmiyordu.

Bazısı dizgi hatasıydı, anlamsız cümleler yaratılmıştı...

Bu tür hatalara romanlarda rastladık, felsefe kitaplarında rastladık, tarih kitaplarında da rastaladık.

Ama “Nutuk”ta rastlamak... İşte bu çok can sıkıcı.

Tarihçi Hakan Erdem iki yıl önce yayımlanan kitabı “Tarih-Lenk”te bu tür hatalara işaret etmişti. Mesela Hıfzı Velidedeoğlu’nun “Atatürkçü düşünce açısından önem taşımadığı için Nutuk’u beşte bire indirdiğini” söylüyordu. Atatürkçü düşünceyi Atatürk’ten korumak... Bu gerçekten ilginç ve bir o kadar da şok edici bir bakış açısıydı!

Şimdi ise bir başka şok daha yaşıyorum. Çünkü Atatürk’ün “Nutuk”unun, hani şu tüm tartışmaların odağındaki, yakın tarihimizin en önemli birincil kaynak kitabının, 1934’ten sonra ilk kez orijinal metninden daha yeni çevrildiğini öğrenmiş durumdayız!

Üstelik Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan ve Ziver Öktem ve Yücel Demirel’in “Nutuk”un orijinal metinden (Arap harfleriyle yazılı, 1927 basımı) yaptığı titiz ve sabırlı çeviriyle görüyoruz ki, 1934 basımında birçok hata da varmış.

Yani şu ana kadar ki, maniplasyonlar da, özeti çıkarılıp cep boya indirilenler de, orijinal olduğu iddia edilenler de hep bu hatalı baskıdan türemiş.

Mesela “nurdan” “Sevr’den” kelimesi olmuş; tasmîm” (tasarlama) “tashih” (düzeltme), “müebbed” (sonsuz) “müeyyed” (teyit olunmuş)... Veya “salabet” (katılık, dayanıklılık) salâhiyet (yetki), “müteessir” (üzgün) “müessir” (etkili)... Şaka gibi değil mi? Ama değil!

Bitmedi... “Tüfek ve cephane ziyâına ve su-i tevzî’ine müteallik” cümlesindeki “su-i tevzî’i”, “süt tevzî’i” olarak okunup aktarılmış ki, bu da sanki Atatürk “Nutuk”ta, “tüfek ve cephanenin kaybolması ve kötü dağıtımı”ndan değil de “tüfek ve cephanenin kaybolması ve süt dağıtımı”ndan söz ediyormuş gibi bir sonuç doğurmuş.

Gelelim, herkesin aklındaki soruya: “Bu yanlışlar içinde resmi tarihi etkileyecek bir cümle bölüm var mı?” Hayır, yok!

Ama Türkiye’nin yakın tarihi ile ilgili en önemli kaynak kitabın, dizgi hataları ile basılmasını nasıl yorumlamalı, işte bunu bilemedim!

Hadi insanlık hali hatalı basıldı diyelim, ama bu hatalar hiç mi fark edilmedi? Yoksa kimse okumadı ya da okuyanlar anlamayacak olanlar mıydı?

Yorum yapmak yerine Yapı Kredi Yayınları’na teşekkür etmeyi tercih ediyorum...



10 milyon dolarlık müzayedenin eserleri görücüde

Bali Art Galeri’nin 28 Mayıs’ta Ritz Carlton Otel’de gerçekleştireceği ve Türk resim sanatının en ünlü sanatçılarının yer alacağı müzayede için geri sayım başladı. 10 milyon dolarlık bir işlem hacmini bulması beklenen müzayede de yeralan eserleri görmek isteyenler, Bali Art’ın Akaretler’deki salonuna gidebilir. Eserler burada sergileniyor. Burhan Doğançay, Mübin Orhon, Selim Turan, Neş’e Erdok, Erol Akyavaş, Fikret Mualla, Ömer Uluç gibi çağdaş Türk resim sanatının birbirinden değerli sanatçılarının yer aldığı serginin gözde eseri ise Ferruh Başağa’ya ait. Ünlü ressamın “Aydınlanma” adını taşıyan tablosunun 1.5 milyon dolardan satışa sunulması bekleniyor. Dikkati çeken diğer eser ise, 1 milyon dolara varması beklenen Mübin Orhon’un “Delacroix’ya Saygı” tablosu.

(Bali Art Galeri: Süleyman Seba Cad. Çiçek Ap. 93/ A Maçka)



Keyif Ajandası

- “Don’t Move” diyor İran’lı koreograf sanatçısı Modjgan Hashemian... Politik Oyunlar Festivali kapsamında garajistanbul’da bugün ikinci kez gerçekleştireceği performansında toplumsal değerlerin, kuralların, tabuların, sınırların bedenlerimizi nasıl etkilediğini dahası bizi nasıl hareketsizleştirdiğini anlatıyor. Ben merak ettim, gideceğim, tavsiye ederim...

- Belçika alternatif rock sahnesi sanatçılarından dEUS, son albümleri için düzenlenen Avrupa turnesinin İstanbul ayağında, İKSV Salon’da sahne alıyor! Bu ve yarın gece saat 22:00’da... Belki karşılaşırız...

- Bu yıl ikincisi gerçekleşen Diyarbakır Kitap Fuarı’nda son iki gün... Bölgede yaşıyorsanız muhakkak gidin, ben kısmetse son gün oradayım.

Yazının devamı...

İstanbul Paris’miş, ben de bir Parizyen...

YGS, seçim, laiklik-muhafazakarlık, Ergenekon, hapisteki gazeteciler...

İtiraf ediyorum; herkes gibi ben de daraldım. Sanki Türkiye gibiyim. Kendi içimde bölündüm. Her cümlem bir öncekini tekzip ediyor. Birine sahip çıksam aklım diğerinde kalıyor.

Bu yüzden duruma el koymaya ve hayatıma darbe yapmaya karar verdim. Dedim ki; “Kulaklar tıkanacak, sanki bir Avrupa ülkesinde yaşıyormuş gibi davranılacak! Sergi gezilip siyasetten uzak kalınacak.”

Kulağa delice geliyor değil mi? Ama madem burası çılgın bir ülke, huzur ve mutluluğun yolu gerçekdışılıktan geçiyor olamaz mı?

İlk durak Antrepo 4. National Geographic Dergisi’nin Türkiye’deki 10. yılı nedeniyle 123 yıllık arşivinden çıkardığı 100 fotoğraftan oluşan nefis bir sergi var burada. Adı; “Görmediğimiz Türkiye.” Fotoğraflar ağırlıklı olarak 1930’lu yıllara ait ve gerçekten bize görmediğimiz bir Türkiye’yi anlatıyor. Fotoğraflardaki hemen herkesin (fakir, zengin, köylü, kentli) yüzünde bir umut var. En hüzünlüsünün hatta acılısının bile... Bir de herkes ne kadar zarif. Mesela bir karpuzcu var, öyle havalı ki! Zaten fotoğrafı çeken Bernard F. Rogers onun için “Janti Karpuzcu” demiş. Hele bir küfeci var. Üstü başı yırtık pırtık. Ama fotoğrafçı Edward S. Murray, “Bu haline kanmayın, biriktirdiği parayla Ağrı’daki köyünün zenginlerinden olacak” diyor. Yani hayata dair öylesine umut dolu. Zaten betona öyle bir yatmış, öyle tatlı uyuyor ki, yüzündeki huzur günümüzde en rahat yatakta yatan da bile yok.

Neyse enseyi karartmayalım yan taraftaki İstanbul Modern’e geçelim. Önce, “Yao Lu’nun Yeni Manzaraları” sergisi... “Doğu Şiirseldir” başlığını taşıyan serginin önce, Çin minyatürlerinden oluştuğunu sanıyorsunuz. Ve sonra şok başlıyor. İlk şoku gördüklerinizin fotoğraf olduğunu anladığınızda yaşıyorsunuz. İkinci ve daha büyük şoku ise; tüm eserlerde yer alan o şiirsel ve düşsel “yeşil şey”in inşaat atıklarını örtmek için kullanılan yeşil bir ağ olduğunu fark ettiğinizde... Ama işte Çin estetiği böyle bir şey. Zaten Yao Lu’ya göre bu yeşil ağlar, inşaatların yükseldiği gelişmekte olan Çin’i simgeliyor, çöpleri değil. İşte üçüncü şoku da bu bakış açısıyla yaşıyor ve şöyle diyorsunuz. “Doğu’nun şiirselliği ve düşselliği buysa, biz bu Doğu’ya çok uzağız. Bizim Doğu tanımımız düşlerimizle değil birilerinin batısında kalmamızla sınırlı.”

Bu son cümlenin etkisine saplanıp kalmadan hızla “Kayıp Cennet” sergisine dalıyorum... Paolo Colombo ve Levent Çalıkoğlu’nun küratörlüğünü yaptığı, farklı ülkelerden birçok sanatçının katıldığı sergide beni en çarpan eser Ergin Çavuşoğlu’nun “Sonsuz Okyanus’ta Duruş”u oluyor. Onun videolarına yazar William Langewiesche’in bizzat kendisinin seslendirdiği ve denizdeki anarşiyi konu alan “Yasadışı Deniz” kitabından bir bölümün eşlik ediyor olması ise günün en güzel sürprizi...

Orhan Pamuk “Benim Adım Kırmızı”da nakkaşların gördükleri güzel bir resim sonrasında, son gördükleri bu olsun diye kendilerini kör edişini anlatır. Ben de bu “deneysel günden” aklımda Langewiesche’in sesi kalsın diye günü bir çay keyfi ile sonlandırmak istiyorum. Ama ne mümkün... Çünkü sadece İstanbul’un değil Avrupa’nın bile en lüks semtlerinden birinde cep telefonuma gelen mesajı okumaya çalışırken ayağım kaldırım çukuruna girince son anda düşmekten kurtuluyorum. Gelen mesaj ise kişisel darbelerin bile sadece bir kandırmacadan ibaret olduğunu gösterir nitelikte: “Ahmet’in (Şık) duruşması var, sen de gel.”

Böylece deneysel günüm sonuçlanmış oluyor: “Burası Paris, ben de sorunsuz Paris sokaklarında rahat rahat yürüyen bir Parizyen olamazmışım. Çünkü burada topuklu ile yürümek gerçekten beceri ister!”

Yazının devamı...

Bizim Oscar’ımız olur mu?

Bu sorudan kastım “Türkiye’den biri Oscar alır mı?” değil! Amacım “Etkili bir ödülümüz olur mu?” sorusunu tartışmaya açmak.

Pek çok kişi bu soruya “Elbette olamaz çünkü Türkiye sinema sektörü Hollywood’la kıyaslanamaz” diyecektir. Doğrudur, haklıdırlar.

Bu yüzden derdimi daha iyi anlatmak için soruyu bir de şöyle sorayım: “Bizim Emmy’miz, Nobel’imiz, Altın Ayı’mız, Grammy’miz vs. olur mu?”

Dizi sektörünün 1 milyar TL’lilik bir büyüklüğe ulaştığını, geçen yıl 214 milyon kitap basıldığını dikkate alırsak bu alanlardaki ödüllerin yarattığı etkinin de büyümesi gerekmez mi?

Mesela bir edebiyat ödülünün, bir kitabı daha çok sattırması ya da bir ödülün o tiyatro oyununa olan ilgiyi artırması gibi.

Burada yılların getirdiği birikimle Antalya Altın Portakal Film Festivali’ni kapsama alanı dışında tutmak gerek. Çünkü bu ödül öyle ya da böyle hep bir tartışma yaratmayı başarıyor. Kimi küsüyor, kimi protesto ediyor, kimi de çığlığı basıyor!

Peki bu neden diğer ödüllerde olmuyor?

Genellemede bulunmak istemem. Eminim, her alanın kendi içinde farklı kriterleri vardır. Ancak geçen haftasonu katıldığım Antalya TV. Ödülleri’ni izlerken bir kez daha şunu anladım: Ödüller aynı zamanda birer cezadır ve jüri üyeleri ödül vermenin “keyfini” sürmek istediği kadar, birini cezalandırmanın yaratacağı küskünlüğü ve vicdan azabını da göze alabilmeli. Kısaca; iyi adam olmayı sevdikleri kadar kötü adam olmanın yalnızlığını da göğüsleyebilmeliler.

Ancak bir cemaatin, çetenin, ekibin, ailenin üyesi olmayı birey olmaya tercih edenlerin ülkesi Türkiye’de bu biraz zor. Nitekim tam da bu yüzden TV Ödülleri’nde tuhaf şeyler yaşandı. En İyi Polisiye Dizi Ödülü’nü Arka Sokaklar’a veren jüri, Behzat Ç’nin kalbi kırılmasın diye, “Al bir sakız, oyalan” der gibi, ona da Jüri Özel ödülü verdi. Aynı şekilde En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’nü alamayan Erdal Özyağcılar’a da...

Ödüller önemlidir. O sanat alanında ve sektördeki üretimi körükler. Lokomatif görevi bile görebilir. Ama bunun için ödüllerin paye biçen olması gerekir, paye bekleyen değil...

Bir de kime ne ödülün verilmesi gerektiği de çok iyi belirlenmeli. Mesela kalfalık dönemini yaşayan bir oyuncuya, sırf görmezden gelmedik dememek için, umut vaad eden ödülü verilmemeli. (Bkz:Sadri Alışık Ödülleri, Bartu Küçükçağlayan.) Ya da Antalya TV Ödülleri’nde olduğu gibi “En İyi Kültür Sanat Programı” adayları arasına Mehmet Yaşin’in “Lezzet Durakları”nın konmaması... Çünkü o zaman insan ister istemez şu soruyu soruyor: “Tamam, anladık yemek bir kültürdür, ama sanat bunun neresinde? Salçasında mı?”



Yemekteydik!

Dileğim gerçek oldu! Perşembe gecesi entelektüel bir “Yemekteyiz” programına katıldım. Ulvi Sami, İnkılap Kitabevi’nden çıkan “Unutulmaması Gereken Lezzet Sırları” kitabının tanıtımı için evinde nefis bir davet verdi. Kitapta yer alan yemeklerin masayı donattığı gecede elbette yemek kültürü ve yemek kitaplarının sektördeki yeri üzerine konuşuldu. Ve anlaşıldı ki, birkaç yıla kadar kitap tanıtımları çok daha yaratıcı etkinliklerle yapılacak! Şimdiden afiyet olsun!



Behzat Ç. kadınlara umut veriyor!

Behzat Ç.’nin başarısı beni mutlu ediyor çünkü “ithal ikame” olmayan yani yüzde 100 yerli bir polisiyenin üstelik edebiyat eserinin ruhuna sadık kalınarak çekildiğinde reyting alabileceğini gösterdi.

Peki Behzat’ın sırrı ne? Geçen hafta Mehveş Evin, bu konuda güzel bir yazı yazdı ve Behzat Ç.’yi maço yapısına rağmen erkekler kadar kadınların da izlediğine dikkat çekti.

Buna bir ekleme de ben yapmak isterim:

Kadınlar Behzat Ç.’yi izliyor çünkü Behzat onlara, erkeklerden umudu kesmemelerini söylüyor. Arayıp sormayan, ilgisiz görünen, erkeklerin bu tavırlarının arkasında bir “sevgisizlik” değil de kendini ifade edememe sorunu olduğunu, kadınlarla karma bir hayat sürdürme pratiklerinin olmadığını...

Yani kadınların “Beni seviyor ama...” diye başlayan cümlelerinin doğru, “ama”- ların ise zor aşılır olduğunu!



Ekiz ailesinin sergisini kaçırmayın!

Üç oğul... Üçü de sanatçı. Metin, Rafet ve Rahim... Üçü de akademili. Büyük oğul Metin Ekiz Türk heykel sanatının en ünlü isimlerinden. Kullandığı demir-kaynak tekniği ile öğrencilerine ilham olmuş bir usta. Rafet Ekiz ise, sadece resimleriyle değil yaşamıyla da efsaneleşmiş büyük bir sanatçı. Rahim Ekiz ise kısacık ömrüne (30) değerli eserler sığdırmayı başarmış bir diğer değerli heykeltraş.

Ve anneleri; Esma Ekiz... 52 yaşında, okuma-yazma bile bilmeden, bir gün sanki vahiy gelmiş gibi resme başlayan ve resimleri ile sanat çevrelerini şaşkınlığa uğratan harika birkadın... İşte bu anne ve birbirinden değerli üç oğlunun eserleri Tepe&Anqrart (Teşvikiye) sergileniyor. Muuhakkak görün...

Yazının devamı...

Yayıncılıkta Kürtçe açılım

“Dilinin sınırları dünyanın sınırlarıdır” der Wittgeinstein.

Geçen yıl ilki düzenlenen Diyarbakır Kitap Fuarı’na giderken bu sözü bir türlü aklımdan çıkaramamıştım.

Çünkü insan kelimelerle düşünür ve her kelime bizi çevreleyen sınırları biraz daha uzaklaştırır, dünyamıza yeni mevzular, heyecanlar, aşklar belki de korkular getirir. Ama muhakkak getirir, götürmez!

Kıssadan hisse; ne kadar çok kelime, o kadar çok düşünce!

Bu yüzden fuar alanında Doğan Kitap’ın standını gördüğümde çok heyecanlanmıştım.

Çünkü Doğan Kitap, Kürt meselesine duyarlı birçok siyasi yayınevinin bile göstermediği bir hassasiyeti göstererek, “Okumak Görmektir” ve “Okumak Gelecektir” sloganlarını bir de Kürtçe yazmıştı.

Yani “Xwendin dîtin e” ve “Xwendin pêşeroj e” olarak...

Bu bence, moda tabiriyle söyleyecek olursak, büyük bir açılımdı...

Sessiz sedasız yapıldığı için ne kıyamet koparan ne de alkış toplayan! Ama bu girişimi samimi bir çabaya dönüştüren de buydu.

Entelektüel semimiyeti.

Bu çabanın, Türkiye’nin en büyük yayınevlerinden birinden gelmesi ise işin en sevindirici yanıydı.

Çünkü söz konusu yayınevi Elif Şafak’tan Murakami’ye kadar her ülkeden ve dilden kitap yayımlayan, profesyonel bir kurumdu. Bu da bu entelektüel samimiyete ciddiyet kazandırıyordu.

İşte Doğan Kitap, bu çabasına bu yıl bir yenisini daha ekledi ve bu yıl ki Diyarbakır Kitap Fuarı için iki kitabını Kürtçeye çevirtip yayımladı.

(Darısı diğer yayınevlerinin başına, özellikle de kendilerini demokrat tarif eden ve mangaldaki tüm külleri kendine mal edenlerin!)

Kürtçeye çevrilen yazarlar ise Murat Özyaşar ve Yavuz Ekinci... Murat Özyaşar, Yunus Nadi Öykü ve Haldun Taner Öykü Ödüllü.

Zaten Kürtçeye de bu ödülleri alan “Ayna Çarpması” kitabı çevrildi. Yavuz Ekinci de ödüllü bir yazar.

“Sırtımdaki Ölüler”le Haldun Taner Öykü Ödülü’nü almıştı.

Kürtçeye çevrilen kitabı ise büyük beğeni toplayan son romanı “Tene Yazılan Ayetler.”

Her iki yazarın ortak noktası ise bu bölgenin insanın olması.

Bu yüzden çok da heyecanlılar. Nitekim tebrik etmek için kendisini aradığımda Yavuz Ekinci şöyle dedi: “Romanımın
Kürtçeye çevrilmesine geçen mayıs ayında karar verilmişti.

O günden sonra içimde hep bir mutluluk fokurdayıp durdu.

Ama yine de kitabımın Kürtçe baskısını elime aldığımda ilkin hüzünlendim.

Çünkü anadilimle yazamamıştım.

Ama ardından bir mutluluk çığ gibi büyüdü. Odama kapanıp saatlerce okumaya çalıştım, harflere parmaklarımla dokundum. Duygulandım. Hüzünlendim. Heyecanlandım.

Üzüldüm.”

Burada Yavuz’un “okumaya çalıştım, harflere parmaklarımla dokundum” cümlesine dikkat çekmek isterim.

Yavuz böyle diyor çünkü çok iyi bir yazar olmasına, harika bir roman ortaya koymasına rağmen ne yazık ki roman yazacak kadar kendi anadiline hakim değil.

Ama edebiyat böyle bir şey... Yani gökyüzü gibi, duvarlara rağmen altında buluşabildiğin...

Zira “Tene Yazılan Ayetler”in iki ayrı dili buluşturması başka nasıl açıklanır?



Turist Ömer’e turist kaldık!

Pazartesi gecesi Sadri Alışık Tiyatro ve Sinema Ödülleri’ni izlemek için ben de Mustafa Kemal Merkezi’ndeydim.

Ancak “Sisler Bulvarı” şairi Attila İlhan’ın adını taşıyan salondaki töreni izlerken zihnimde öyle soru işaretleri oluştu ki hala yanıt bulamadım.

İşte bazıları:

-Sadri Alışık’ın hayatından kesitler, filmlerinden bölümlerin gösterildiği bazı sahneler elindeki sigaradan ötürü mozaiklenmişti. Bu bir televizyon programı değil. Burada daha esnek davranılamaz mı? Üstelik yarın öbür gün Can Yücel Şiir Yarışması düzenlenirse ne yapacağız?

-Ödül töreninin sponsoru Efes Pilsen’di. Ama 24+ yaş uygulamasından ötürü kokteyl alkolsüzdü. Bu durumda... Efes... Sponsorluk... Uff kafam karıştı!

-Her dalda üç adayın yarıştığı ödülün en iyi erkek oyuncu adayları içinde ‘Hür Adam Bedüüzzaman: Said Nursi’ filminde rol alan Mürşit Ağa Bağ’ın yer alması beni de şaşırttı. Mesela Kavşak filmindeki performansıyla Güven Kıraç diğer iki aday olan Cem Yılmaz ve İsmail Hacıoğlu’nun yanına daha çok yakışmaz mıydı?

-Umut Vaad Eden Ödülü’nü hâlâ anlayamadım. Çünkü Bartu Küçükçağlayan bence umut veren değil dağıtan bir oyuncu!

-Tiyatro ödüllerinde Murat Daltaban ve Dot’un ödüllendirilmesine çok sevindim. 0.2’ye de!

-Üstün Akmen’in sesi her zamanki gibi şiirseldi.

-Genco Erkal’ın konuşması, bu yazı da dahil olmak üzere her şeyi özetliyordu.

Yazının devamı...

Dondurulmuş gıdaların karşısına ‘kurutulmuş sebzeler’le çıkacak

UnIlever Başkan Yardımcısı Mustafa Seçkin, sebzeleri kurutmak için özel bir yöntem üzerinde çalıştıklarını belirterek, “Bu ürünler dondurulmuş gıdalara alternatif olacak. Sebzelerin vitaminlerini, minerallerini daha fazla koruyarak kurutabilen bir sistemin patentini aldık ve üzerinde çalışıyoruz” dedi

UNILEVER Gıda Pazarlamadan Sorumlu Başkan Yardımcısı ve Yönetim Kurulu Üyesi Mustafa Seçkin, kuru gıda markası Knorr’un dondurulmuş gıdalara alternatif olacak ‘Kurutulmuş Sebzeler’le pazarı yeni boyuta taşıyacağını söyledi. Jöle görünümündeki ‘Tavuk Suyu’nun da 2 yılda bulyon pazarının yüzde 10’una ulaştığını söyleyen Seçkin, “Bu ürünle bulyon katılmayan pilavlara bile girmeyi hedefliyoruz” dedi. Yeni ürünlerin tanıtımını Knorr’un doğduğu Almanya’nın Heilborn kasabasında yapan Mustafa Seçkin, sebzelerin kurutulması için çok özel bir yöntem üzerinde çalıştıklarını belirterek, şöyle konuştu:
“Sebzeleri kurutmak için çok güzel bir yöntem üzerinde çalışıyoruz. Sebzelerin vitaminlerini, minerallerini nasıl daha fazla koruyarak bu işlemi yaparız diye... Su deniz seviyesinde 100 derecede kaynar ve o zaman da içindeki bazı değerler kaybolur. Ama daha yüksek basınçlı bir ortamda suyu 40 derecede kaynatmak mümkün. Üstelik içindeki iyilikler korunarak. Patentini aldığımız bu konu üzerinde çalışıyoruz. Şu ana kadar bu yöntemle çorbalar için kurutulmuş sebze ürettik ve Japonya ve İsviçre’de satışa sunduk. ”
Hazır çorba pazarı büyüyor
Mustafa Seçkin, Unilever’in Türkiye’de kuru gıda pazarında 250 milyon liralık bir ciroya ve yüzde 62 pazar payına sahip olduğunu belirterek, şu bilgileri verdi:
“Çorba sağlıklı bir besin. Sıvı, sebzesi bol. Yaz kış her öğün tüketilebiliyor. Türkiye’de hazır çorba pazarının cirosu ise 162 milyon TL. Bu çok büyük pazar değil. Şöyle ki tüketilen 4 çorbadan 3’ü ev yapımı, biri 1’i paket. Yani gidilebilecek yol çok. Pazarın büyümesi bekleniyor. Biz de insanlara lezzetli, sağlıklı, kolay çorba içirmeyi hedefliyoruz. Ev yapımı çorbaların daha lezzetli olduğuna ilişkin genel bir kanı var. Ancak Knorr olarak iddia ediyoruz ki, hazır çorbalar da en az ev yapımı olanlar kadar lezzetli. Hijyen açısından ise çok daha iyi. Çünkü kullanılan sebzeler standart ve homojen... Her biri sezonunda alınıp kurutuluyor. Bu da içindeki besin değerlerinin daha yüksek olmasını sağlıyor. Biz tüm dünyada 1.2 milyon ton sebze satın alıyoruz. Sebze kullananlar arasında firmamız dünyada en üst sırada. Hazır çorba denilen şey, kurutulmuş ürünlerden oluşuyor. Kimyasal işlem yok. Bu kurutma da ısıyla yapılıyor. Tarhana buna en iyi örnek. Tarhana nasıl yapılıyorsa. hazır çorba da öyle yapılıyor. Ayrıca 2003’ten beri tuz oranlarını yüzde 30 azalttık.”
Dünyada ve Türkiye’de çalışma ya da sosyal hayatın içine giren kadınların pratik ve lezzeten taviz verilmeyen ürünleri tercih ettiğini belirten Mustafa Seçkin, çalışmayan kadınların ise sadece çorba için değil tüm yemekleri evde hazırlamak istediğini vurguluyor. Seçkin, “Batıda 10 çorbadan 9’u raflarda satılan çorbadır. Evde yok denecek kadar az çorba pişirilir. Kadınlar ne kadar iş hayatına girerse, hazır gıdaya o kadar ihtiyaç artar. Ama tek değişim burada değil. Erkekler de artık mutfakta bulunmaktan keyif alıyor” dedi. Satışlarının en çok İstanbul, Ankara gibi büyükşehirlerde gerçekleştiğini söyleyen Seçkin, sözlerini şöyle sürdürdü: “Kırsalda daha kompleks temek gıdalar kullanılıyor. Hazır gıda kullanımı buralarda az. Büyük şehirlerde ise vakit az. Bu tabii alım gücüyle de ilgili. Bir de iş bölümü söz konusu. Çalışmayan anne, çocuklara en iyisini vermek; harikulade yemeklerle eşini etkilemek işini üstleniyor. Şehirleşmeyle bu tip iş bölümü azalıyor. Biz de bu alanda zamanla Avrupa gibi olacağız.”

‘Tavuk Suyu’nu dünyaca ünlü şeflerle tanıtacak

Knorr’un jöle görünümündeki ‘Tavuk Suyu’na bulyon kullanmayanların bile sıcak yaklaştığını söyleyen Mustafa Seçkin, bu ürünün tüm dünyada ünlü şefler tarafından tanıtılacağını belirtti. Seçkin, Türkiye’deki tanıtımın da Pera Palace’ın şefi Makimilian Thomae tarafından yapılacağını kaydederek, şunları söyledi: “Bu ürün bir devrim. Uzun süre et suyu için küp bulyon kullandık. Oysa çocukluğumuzdan da biliriz, annelerimiz tavuğu kaynatır. suyunu dolapta saklar, o da jölemsi sarımtırak bir hal alırdı ki, bu nefis bir etsuyu olurdu. İşte biz de hafızamızdaki bu lezzetten hareketle Knorr Tavuk Suyu’nu çıkardık. Bunun için de az ateşte tavukları çektirerek haşlıyoruz... Sonuçtan herkes çok memnun. Bulyon kullanmayanlar bile çok sıcak baktı bu ürüne. İki yıl içinde bu ürünle dünyada bulyon pazarının yüzde 10’una ulaştık. Ürünün kendisi görülsün diye de şeffaf ambalaj kullandık. Tüm dünyada bu ürünün tanıtımını ünlü şefler yapacak. Türkiye’deki tanıtımını ise Pera Palace’ın şefi Maximilian Thomae yapacak. Maksimillian 18 yıldır Türkiye’de. Türk mutfağını çok iyi kavramış biri.”

Türkiye erişteli, mantılı yöresel çorbaları sevdi

2005’te yöresel çorba üretiminde çok başarılı olduklarını belirten Mustafa Seçkin, yeni çıkardıkları ‘Aş Çorbaları’nın ise standart hazır çorbalardan bir adım önde olduğunu söyledi. Seçkin, şöyle konuştu: “İnsanlar anneannelerinin, babaannelerinin yaptıkları, hafızalarında kalan tatları istiyorlardı. Bu çorbaları raflarda görünce de aldılar. Çünkü bu tatları kendilerinin pişirmesi zor. Bu çorbalarla güzel bir ilgi yakaladık. ‘Aş Çorbaları’ yemekle çorba arası daha yoğun ve doyurucu. Tek öğün, tek kase! İçi zengin, kıvamlı, erişteli, makarnalı, mantılı çorbalar... Yani hem lezzet, hem nostalji hem de doyurucu olarak çok özel. Bir çorba en fazla 100-140 kalori. Üstelik sıvı gıda ve doyma hissi veriyor.”

Rakamlarla Türkiye’deki kuru gıda ve çorba pazarı

-Kuru gıda pazarının cirosu 250 milyon TL.
-Kuru gıda pazarının hacmi 21.500 ton.
-Hazır çorba pazarının cirosu 162 milyon TL.
-Pazarın 2007-2010 yılları arasındaki ciro büyümesi yüzde 50.
-Hazır çorba pazarı hacmi 14.400 ton
-Türkiye’de günde 1.2 milyon kase Knorr çorba tüketiliyor.
-Bulyon pazarı yaklaşık 55 milyon TL.
-Pazarın 2007-2010 yılları arasındaki ciro büyümesi yüzde 40.
-Türkiye’de bulyon pazarı hacmi 5.500 ton.

Knorr’un pazar payları

-Kuru gıda yüzde 62
-Çorba yüzde 67
-Bulyon yüzde 54

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.