Şampiy10
Magazin
Gündem

Ekim enflasyonu

Türkiye’yi çok seviyorum. Domuz gribi aşısı bile siyasi polemiğe dönüşüyor. Başbakan aşı olmayacağını açıkladı. Ben olacağım. Ama aşıyı bulamıyorum. Ne diyebilirim?

Aslında aşı var yok kimsenin derdi değil; mühim olan kutuplaşma...

Hazır siyasetle başladık, erken seçim konusuna da değinelim. Doğru soru seçimin yılıdır. Örneğin 2011’de temmuz yerine mayıs teknik olarak erken seçimdir ama aslında değildir. Baştan beri seçimin 2011’de yapılacağını öngörüyorum. Görüşümü değiştirmedim.

Şişen varlık balonunun yarattığı tehlikelere dikkat çekenler artıyor. Charles Goodhart’ı parasal iktisatla ilgilenenler yakından tanır. Hazine ve merkez bankasında çalıştı. Enflasyon hedeflemesinin mimarıdır. Üstelik artık bankalar kurtarılamaz diyor.

“Son bir yılda, Büyük Buhranın tekrarlanmaması için vergi mükellefine ödetilmek zorunda kalınan paranın büyüklüğü, gelecekte batacakların kurtarılmasına neredeyse hiç iştah kalmamasına yol açtı.” Başkan Yılmaz’ın analizi ile uyuşuyor.

Enflasyon yüksek çıktı

Ekimde tüketici ve üretici fiyatları (TÜFE ve ÜFE) sırası ile, yüzde 2,4 ve yüzde 0,3 arttı. Böylece yıllık enflasyon TÜFE’de yüzde 5,1’e, ÜFE’de yüzde 0,2’ye geriledi. Tüketici fiyat artışları yeni bir rekordur. Son kırk yılın en düşük değeridir.

Ekimde TÜFE’nin yükseleceği biliniyordu. Üç neden vardı: Elektrik zammı, ÖTV indiriminin bitmesi ve giyimde yeni mevsimin başlaması. Genellikle yüzde 2’nin üstüne çıkan azdı. Yani beklenenden yüksek geldi.

Öte yandan, Ekim 2008’de TÜFE yüzde 2,6 artmıştı. Dolayısı ile, yıllık bazda enflasyondaki düşüşün süreceği, yüzde 5’in altına bile ineceği öngörülüyordu. En azından bu tahmin tuttu.

TÜFE’de Ocak-Ekim dönemine bakalım. Ocak-Eylül dönemi toplam fiyat artışı yüzde 2,2 olmuştu. Tek başına ekimde yüzde 2,4 çıktı. Yani son on aylık enflasyonun yarıdan fazlası bu ay gerçekleşti.

Enflasyon dibe vurdu mu?

Hemen esas soruyu soralım. Bu veriler enflasyonda düşüş döneminin bittiğine bir işaret mi? Yani enflasyon bundan sonra artacak mı? Yoksa ekim sayıları arızi-geçici etkenlerden mi kaynaklanıyor?

2003 bazlı yeni seride bu tür sorular düşünülerek Özel Kapsamlı Tüketim Göstergeleri hesaplanıyor. Amaç, para politikasının etki alanı dışında kalan fiyat hareketlerini ayırt etmektir. Ekimde az da olsa kıpırdama görülüyor.

Ama talep koşullarının enflasyona etkisini yansıtan daha yalın bir gösterge var: kiralar. Uzun süredir yakından izliyoruz. Kirada anlamlı bir düşüş halinde fiyatlar üstünde talep baskısından söz etmek zorlaşıyor.

Kiralar ne diyor? Geçen ekimde yüzde 1,4 olan artış bu yıl yüzde 0,5’e geriledi. Dolayısı ile yıllık kira artışı da yüzde 12,7’den yüzde 5,7’ye indi. Bir başka tarihi rekordur. Bence kirada düşüş eğilimi sürdükçe enflasyondan korkmak için neden yoktur.

Yazının devamı...

Üçüncü çeyrekte dış ticaret

Mali piyasalarda “cicim ayları” sona erdi mi? Şu sıralarda en çok bu konuşuluyor. Hafta sonu bankacılara rasladım. Doların değer kazanmasından özellikle ürktüklerini gördüm. Sıfır faizle dolar borçlanıp yapılan spekülasyondan (carry trade) korkuyorlar.

Financial Times’da “kriz kâhini” diye ünlenen Nouriel Roubini bu konuyu yazmış. Aynı analizi yapıyor. Özetle “varlık fiyatlarında oluşan spekülatif balon mutlaka patlayacak, düzeltme geciktikçe daha sert olur” diyor.

CNBC-e kanalı için hazırlanan tüketici endeksleri yayınlandı. Tüketici Güven ve Eğilim endekslerinde eylüle göre az da olsa düşüş, Beklenti endeksinde ise küçük bir artış var. Diğer işaretler de tüketim talebinin durağanlaştığını gösteriyordu.

TİM’in - Türkiye İhracatçılar Meclisi - açıkladığı ekim ihracatı dün gazetelerde yer aldı. İhracat yüzde 4.6 artışla 9,9 milyar dolara yükselmiş. “Dereyi görmeden paçaları sıvamayın” derim. Bir: Bayram etkisi var. İki: İthalata ne olduğunu bilmiyoruz.

Eğilim değişiyor mu?

Cuma günü TÜİK tarafından yayınlanan eylül verileri üçüncü çeyrek itibariyle dış ticareti değerlendirme fırsatını veriyor. İç talebin çökmesi ve yaşanan ağır resesyon dış açığın önemini de azaltmıştı. Gene de ana eğilimleri görmekte yarar var.

Daha önce yazdım. Bu yıl şeker ve kurban bayramları bir ay öne geldi. Dolayısıyla eylül-aralık döneminde bir önceki yılla karşılaştırma yaparken bunu göz önünde tutmak, acele sonuç çıkartmamak gerekiyor.

2008’e kıyasla dış ticarette daralma eylülde de sürdü. İhracat yüzde 33.6 azalarak 8.5 milyar dolara, ithalat yüzde 30.4 azalarak 12.5 milyar dolara, dış ticaret açığı yüzde 22.5 azalarak 5.1 milyar dolara geriledi.

Aylık ihracat ve ithalat bir yıldır (Ekim 2008’den bu yana) düşüyor. Ancak, bundan önce ithalattaki gerileme ihracattan daha güçlü idi. İlk kez Eylül’de bu durum değişti. İhracat ithalattan daha çok azaldı. İhracatın ithalatı karşılama oranı da ilk kez düştü.

Doğrusu bu gelişme beni rahatsız ediyor. İhracatın ithalatı karşılama oranında düşüş geçici faktörlerden kaynaklanabilir. Akla ÖTV indirimi, bayram ve istatistikî hatalar geliyor. Ama dış ticarette eğilim değişmesi de pekâlâ mümkün. Dikkatle izlemek gerekiyor.

Düzeltme yeterli mi?

Krizin Türkiye’nin dış ticaretine esas etkisi Ekim 2008’de başladı. Yani yıllık sayıları kullanarak krizin dış ticarette yol açtığı düzeltme artık hesaplanabilir.

Eylül 2008’de dış ticaret açığı 76 milyar dolardı. Son bir yılda ihracat 36 milyar dolar, ithalat ise 73 milyar dolar azalınca dış ticaret açığı 39 milyar dolara indi. Yani krizin dış ticaret açığında yol açtığı düzeltme 36 milyar dolar (milli gelirin yüzde 6’sı) oluyor.

Öte yandan üçüncü çeyrek itibariyle ekonominin yıllık bazda en az yüzde 8 küçüldüğünü biliyoruz. Hemen soralım. Milli gelirde yüzde 8 küçülmeye dış ticaret açığında yüzde 6 düzeltme yeterli midir?

Bence en kritik soru budur. Başta döviz kuru, sürdürülebilir büyümeye geçişin makro politika tercihlerini bu soruya verilecek cevap belirleyecektir. Eylülde ithalat eğiliminde görülen değişim, kalıcı ise, bu açıdan çok önemlidir.


Yazının devamı...

ABD resesyonu bitirdi

Küresel mali piyasalar heyecanlı iki gün geçirdi. Ama Nasreddin Hoca’nın tersine, eşeği önce bulup sonra kaybettiler. Perşembe günü üçüncü çeyrek ABD büyümesi moral verdi. Cuma günü Eylül’de ABD tüketim harcamalarının düşmesi moralleri bozdu.

Eylül dış ticaret verileri TÜİK tarafından açıklandı. Eylül’de Bayram etkisinin sürprizlere yol açabileceğini söylemiştik. Son yılda ilk kez ihracat ithalattan daha fazla gerilemiş. Üçüncü çeyrek itibarıyla dış ticaretin ayrıntılarına bakacağım.

Enflasyon Raporu’nda gözlenen sıcak para karşıtı yeni tavır Seyfettin Gürsel’in de dikkatini çekmiş. Merkez Bankası’nın “Tobin vergisi” yerine ek faiz indirimini tercih ettiği sonucuna ulaşıyor. Ben verginin de tartışılmasından yanayım. Neden olmasın?

Keynesyen reçetenin başarısı

Amerikan ekonomisinin üçüncü çeyrekte yüzde 3.5 büyüdüğü açıklandı. Daha düşük bir sayı bekleniyordu. Olay medyaya “Amerika resesyondan çıktı” manşetleri ile yansıdı. Borsalar bir günlüğüne de olsa coştu.

Bizim meslek açısından iyi haberdir. Bir yıl öncesini, mali piyasaların panik içinde savrulduğu günleri hatırlayın. Amerika’nın 1930’lar benzeri bir ekonomik felakete doğru yol aldığı beklentisi yaygındı.

Benim de aralarında yer aldığım çok sayıda iktisatçı ise farklı düşünüyordu. 1930’lardan gerekli dersler çıkartılmıştı. Keynesyen reçeteler vardı. Para ve maliye politikaları gevşetilir, kriz kontrol altına alınırdı.

Dendiği gibi oldu. Bernanke faizi sıfıra indirdi. Ortalığa para saçarak Merkez Bankası bilançosunu büyüttü. Aynı anda kamu harcamaları arttırıldı. Otomotivde Türkiye benzeri vergi teşvikleri verildi. Rekor bütçe açığına göz yumuldu.

Görüldüğü gibi, sonuç alındı. Resesyonla mücadele amaçlı makro politikalar iç talepteki daralmayı sınırladı. Giderek hafif de olsa artış eğilimine geçmesini sağladı. Ekonomi tekrar büyümeye başladı.

ABD ve Türkiye karşılaştırması

Bir uyarı: yüzde 3.5 bizim bildiğimiz büyüme değildir. Türkiye’de her çeyreği bir yıl öncesi ile karşılaştırıyoruz. Bu yönteme göre üçüncü çeyrekte ABD ekonomisi yüzde 2.3 küçüldü. Onlar ise bir önceki çeyrekle karşılaştırıp yıllandırıyorlar.

ABD ve Türkiye için mevsimlik etkiden arındırılmış çeyrek bazında milli gelirin seyri aşağıdaki grafikten izleniyor. Türkiye daha üçüncü çeyreği yayınlamadı. 2006’nın son çeyreğini 100 kabul ediyoruz.

İki gözlem yapalım. Bir: Türkiye resesyona 2008’in ikinci çeyreğinde, ABD’den 3 ay önce giriyor. Her ikisinde resesyon 4 çeyrek sürüyor. Dolayısı ile Türkiye resesyondan ABD’den 3 ay önce çıkıyor. Ama Türkiye’de resesyon daha sert geçiyor.

İki: 2009’un üçüncü çeyreği itibarıyla ABD’de milli gelir hala 2006 son çeyreğinin altında. Üç yıllık birikimli büyüme sıfır ediyor. Aynı durum Türkiye için ikinci çeyrekte geçerli; iki buçuk yıllık birikimli büyüme sıfır.

Yazının devamı...

ABD resesyonu bitirdi

Küresel mali piyasalar heyecanlı iki gün geçirdi. Ama Nasreddin Hoca’nın tersine, eşeği önce bulup sonra kaybettiler. Perşembe günü üçüncü çeyrek ABD büyümesi moral verdi. Cuma günü Eylül’de ABD tüketim harcamalarının düşmesi moralleri bozdu.

Eylül dış ticaret verileri TÜİK tarafından açıklandı. Eylül’de Bayram etkisinin sürprizlere yol açabileceğini söylemiştik. Son yılda ilk kez ihracat ithalattan daha fazla gerilemiş. Üçüncü çeyrek itibarıyla dış ticaretin ayrıntılarına bakacağım.

Enflasyon Raporu’nda gözlenen sıcak para karşıtı yeni tavır Seyfettin Gürsel’in de dikkatini çekmiş. Merkez Bankası’nın “Tobin vergisi” yerine ek faiz indirimini tercih ettiği sonucuna ulaşıyor. Ben verginin de tartışılmasından yanayım. Neden olmasın?

Keynesyen reçetenin başarısı

Amerikan ekonomisinin üçüncü çeyrekte yüzde 3.5 büyüdüğü açıklandı. Daha düşük bir sayı bekleniyordu. Olay medyaya “Amerika resesyondan çıktı” manşetleri ile yansıdı. Borsalar bir günlüğüne de olsa coştu.

Bizim meslek açısından iyi haberdir. Bir yıl öncesini, mali piyasaların panik içinde savrulduğu günleri hatırlayın. Amerika’nın 1930’lar benzeri bir ekonomik felakete doğru yol aldığı beklentisi yaygındı.

Benim de aralarında yer aldığım çok sayıda iktisatçı ise farklı düşünüyordu. 1930’lardan gerekli dersler çıkartılmıştı. Keynesyen reçeteler vardı. Para ve maliye politikaları gevşetilir, kriz kontrol altına alınırdı.

Dendiği gibi oldu. Bernanke faizi sıfıra indirdi. Ortalığa para saçarak Merkez Bankası bilançosunu büyüttü. Aynı anda kamu harcamaları arttırıldı. Otomotivde Türkiye benzeri vergi teşvikleri verildi. Rekor bütçe açığına göz yumuldu.

Görüldüğü gibi, sonuç alındı. Resesyonla mücadele amaçlı makro politikalar iç talepteki daralmayı sınırladı. Giderek hafif de olsa artış eğilimine geçmesini sağladı. Ekonomi tekrar büyümeye başladı.

ABD ve Türkiye karşılaştırması

Bir uyarı: yüzde 3.5 bizim bildiğimiz büyüme değildir. Türkiye’de her çeyreği bir yıl öncesi ile karşılaştırıyoruz. Bu yönteme göre üçüncü çeyrekte ABD ekonomisi yüzde 2.3 küçüldü. Onlar ise bir önceki çeyrekle karşılaştırıp yıllandırıyorlar.

ABD ve Türkiye için mevsimlik etkiden arındırılmış çeyrek bazında milli gelirin seyri aşağıdaki grafikten izleniyor. Türkiye daha üçüncü çeyreği yayınlamadı. 2006’nın son çeyreğini 100 kabul ediyoruz.

İki gözlem yapalım. Bir: Türkiye resesyona 2008’in ikinci çeyreğinde, ABD’den 3 ay önce giriyor. Her ikisinde resesyon 4 çeyrek sürüyor. Dolayısı ile Türkiye resesyondan ABD’den 3 ay önce çıkıyor. Ama Türkiye’de resesyon daha sert geçiyor.

İki: 2009’un üçüncü çeyreği itibarıyla ABD’de milli gelir hala 2006 son çeyreğinin altında. Üç yıllık birikimli büyüme sıfır ediyor. Aynı durum Türkiye için ikinci çeyrekte geçerli; iki buçuk yıllık birikimli büyüme sıfır.

Yazının devamı...

Enflasyon Raporu

Salı günü “varlık balonu şişiyor” dedim. Dünya borsaları derhal düşüşe geçti. Dolar değer kazandı. Çalkantı Türkiye’ye de yansıdı. Küresel mali piyasaların yazılarımı bu kadar yakından izlediğini bilmiyordum!

Bir değerlendirme kuruluşu (Fitch) Türkiye’nin kredi notunu yükseltebileceğini açıkladı. Türkiye’ye not verirken çok cimri davrandıkları görüşü zaten yaygındı. Nitekim olumlu haber mali piyasaları etkilemedi.

Takvim ve mevsim etkilerinden arındırılmış ağustos sanayi üretimi verisi yayınlandı. Sanayi üretimi yatay seyrediyor. Ekim reel kesim güven endeksi ise hafif aşağı yönlü eğilimini sürdürüyor. Reel ekonomiden gelen haberler parlak değil.

Enflasyon senaryoları

Yılın son Enflasyon Raporu yayınlandı. Raporun kendisi çok uzun (110 sayfa); ilgilenenler onun yerine Başkan Yılmaz’ın raporu tanıtım toplantısında yaptığı konuşmaya bakabilir. Daha kısa (23 sayfa) ve temel konuları kapsıyor.

Üçüncü çeyrekte yıllık tüketici enflasyonu Merkez Bankası’nın tahmin aralığının altında çıktı. Yani enflasyon hedefi alttan ıskalandı. İkinci çeyrekte de öyle olmuştu. Başkan Yılmaz hükümete mektup yazarak durumu açıklamak zorunda kaldı.

Rapor iki nedeni vurguluyor. Biri hizmetlerde fiyat artışının yavaşlaması; özellikle kira kalemine atıf yapılıyor. Diğeri işlenmemiş gıda fiyat artışlarının beklenenin altında kalması. Her iki kaleme daha önce dikkat çekmiştim.

Merkez Bankası enflasyonda artış öngörmüyor. Arada ufak dalgalanmalar olabilir ama ana eğilim az da olsa aşağı yönlüdür diyor. Ekim itibariyle Merkez Bankası’nın önümüzdeki üç yıl için tahminleri şöyle (tümü yıl sonu tüketici enflasyonu):

2009 için yüzde 5,5 (yüzde 5,0-6,0 aralığı); 2010 için yüzde 5,4 (yüzde 3,9-6,9 aralığı; 2011 için yüzde 4,9 ve 2012 için yüzde 4,8 (bu iki yıla aralık vermiyor). Eylülde yıllık enflasyon yüzde 5,3 olduğuna göre, yatay seyredeceği anlamına geliyor.

İki gözlem

Bu tür metinler biraz keçiboynuzuna benzer; “bir damla bal için bir araba odun yemek” gerekir. Kendi kendime iki kısa paragrafta nasıl özetlerim diye sordum. Bana çarpıcı gelen bir iki konuya ışık tutmaya karar verdim.

Birincisi, raporun tahminlerini aşırı tedbirli hatta karamsar buldum. Yaşanan büyük krize ve toparlanmanın güçsüzlüğüne rağmen tüketici enflasyonu uzun dönemde bile (2012) yüzde 5’in altına inmiyor. Enflasyonda yüzde 5 katılığının anlamı ilgimi çekiyor.

İkincisi, döviz kuru açısından kritik bir tavır değişikliği sezinledim. Raporda sermaye girişleri hızlanır, TL değer kazanır ve enflasyon hızlı düşerse faizde ek indirimlere gidilebilir deniyor. Bence çok önemlidir.

Enflasyon ve para politikasının ayrıntılı analizi için hafta başında açıklanacak ekim sayılarını bekliyorum. Kendi tahminlerimi de o zaman vereceğim.

Yazının devamı...

Servet üstüne

2009’un dördüncü (ve son) Enflasyon Raporu bugün açıklanıyor. Enflasyon gelişmelerini değerlendirmek için Merkez Bankası’nın görüşlerini beklediğimi daha önce yazdım.

Para otoritesinin enflasyon ve konjonktürle ilgili analiz ve tahminlerini kamuoyu ile paylaşması enflasyon hedeflemesinin en olumlu yanıdır. Şeffaflık ve hesap verilebilirlik deniyor. Merkez Bankası’nın gelecekteki tavrını tahmin etmeyi kolaylaştırıyor.

Rapor konjonktür açısından kritik bir anda yayınlanıyor. Mali piyasalar son dönemde para politikasının bundan sonraki yönünü öngörmekte zorlanıyor. Bu ise belirsizlik yaratıyor. Enflasyon ve faiz beklentilerini olumsuz etkiliyor.

Enflasyon Raporu mali piyasa aktörlerinin önlerini daha iyi görmelerini sağlayarak belirsizliği kısmen de olsa azaltır mı? Öyle olmasını umut ve temenni ediyorum. Raporun ayrıntılarına mutlaka gireceğim.

Reel ve mali varlıklar

The Economist’de çok ilginç bir yazı çıktı: The Nature of Wealth (10-16 Oct.09, s.74). Servet kavramını pertavsız altına alıyor. Krizle ve krizden çıkışta uygulanan politikalarla bağlantı kurarak anlatıyor. Çok kısa bir özetini yapmak istiyorum.

Dünya’ya gelen bir uzaylı düşünün. Zenginliği merak ediyor. Kendisine hemen üç oda gösteriliyor. Biri altınla, ikincisi 100 dolarlık banknotlarla, diğeri borsa ekranları ile dolu. Zenginlik altın, para ya da hisse senedidir deniyor. Uzaylı hayret içinde kalıyor.

Dünyanın âdetlerini bilmeyen uzaylı haklıdır. Çünkü zenginlik aslında reel mal ve hizmetlerden oluşur. Fabrikalar, barajlar, madenler, oteller, tarlalar, araç filoları, depolar, diplomalar, uzmanlıklar vs. vs.

Toplumsal ihtiyaçları tatmin edecek tüketim mal ve hizmetleri bunlarla üretilir. Üretim arttıkça tüketim de artar. Daha fazla mal ve hizmet tüketebilmek daha zengin olmak anlamına gelir.

Ya altın, para ve hisseler? Onlar zenginliğin kendisi değildir. Simgelerdir. Zenginlik üreten reel varlıklar üzerindeki mali haklardır (İngilizce “claims” : alacak, hakediş, vs.). Servetle ilgili kafa karışıklığı bu ayırımın zorluğundan kaynaklanmaktadır.

Parayı basınca

Şimdi krizle mücadele sürecinde uygulanan gevşek para politikalarına bakalım. Merkez Bankası’nın para arzını artırmasına “miktar gevşemesi” deniyor. Günlük dilde para basmak şeklinde özetleriz.

Bollaşan para mali varlıklara talep yaratıyor. Varlık fiyatları yükseliyor. Mali servet artıyor. Pekâlâ, para basında reel mal-hizmet anlamına servet artıyor mu? Hayır. Çünkü bu mekanizma toplumun üretkenliğinde bir değişikliğe yol açmıyor.

“Varlık balonu” sözcüğü bu durumu özetliyor. Örneğin likiditenin bollaştığı dönemlerde varlık fiyatları ile reel üretkenlik arasındaki ilişki kopuyor. Üretkenlik artmadan zenginliğin artabileceği inancı yaygınlaşıyor. Maalesef sonu hep kötü bitiyor.

Yazının devamı...

Sıcak paraya vergi

Perşembe günü büyük bir sanayi kuruluşunun üst yöneticisine rasladım. Cirosunun yarısı ihracattan geliyor. Kendisi TÜSİAD’ın aktif üyeleri arasında yer alıyor. Hemen “IMF’den mezuniyet” konusuna girdi.

Söylediklerinin kısa özeti: “TÜSİAD olarak hükümete IMF’le anlaşma için çok baskı yaptık; Başbakan direndi; bugün IMF’in TL’ye değer kazandırıp ihracatçıyı vuracağı görüldü; velhasıl kafam iyice karıştı; yani Başbakan haklı TÜSİAD haksız mı çıktı?”

Siyaseten hassas soruları ayaküstü cevaplandırmayı sevmem. Nüanslara yer yoktur. Ayrıntıya giremezsin. IMF anlaşmasın gereksizdi desen hükümet yanlısı yaftasını yersin. IMF anlaşmasına baştan karşı çıktığıma göre TÜSİAD’ı koruyamam.

Ne yapmalı? Ya soruyu duymamazlıktan gelip Galatasaray-Fenerbahçe maçını gündeme geticeğim yada lafı dolaştırarak muğlak ifadelerle soruyu geçiştireceğim. İlk yolu tercih ettim.

Tobin vergisi

İlginç haber Brezilya’dan geldi. Hükümet kısa vadeli sermaye girişlerini cezalandırmayı amaçlayan bir vergi koydu. Neden olarak son dönemde ülkeye giren spekülatif sıcak paranın reale değer kazandırması gösterildi.

Kısa vadeli sermaye girişlerini vergi aracılığı ile caydırma fikrinin babası James Tobin’dir. Yale’de öğretim üyesi sıkı bir Keynesci idi. Nobel ödülü aldı. Önerdiği yönteme “Tobin vergisi” dendi.

Mantığı nisbeten basittir. Vadesi ne olursa olsun, sermaye girerken peşinen düşük bir vergi tahsil edilir. Brezilya yüzde 2 koymuş. Uzun vadeli gelen sermayenin getirisine etkisi cüzidir. Ama kısa süreli “gir-çık” operasyonlarını çok vurur.

Teorideki cazibesine karşılık uygulasında bir dizi sorun çıkabilir. Geçmişte Şili bu yöntemi denedi. Başarılı olup olmadığı o sıralarda çok tartışıldı. Mali kesim aktör ve iktisatçılarının bu vergiden hiç hoşlanmadığını tahmin edebilirsiniz.

Konvertibilite içinde sıcak para girişini kısıtlamanın bir amacı mali istikrardır. “Ne kadar az girerse o kadar az çıkar” diyebiliriz. Ani çıkışın yaratacağı çalkantı hafifler. Diğeri parada yapay değer artışını engellemektir. İhracat ve sanayiyi korumanın bir yoludur.

Kıssadan hisse

Bence Brezilya’nın Tobin vergisine başvurması Türkiye için önemli dersler içeriyor. Krizden çıkış ve sürdürülebilir büyümeye geçiş açısından dikkatle irdelenmesi gerektiğini düşünüyorum.

Sorunu hepimiz biliyoruz. Kriz sonrasında, sağlıklı büyüme için iç ve dış talep arasında denge kurmak gerekiyor. Bunun önündeki en ciddi engel ise TL’nin bir kez daha kısa vadeli sermaye girişleri sonucunda aşırı değerli hale gelmesi.

İlle biz de Tobin vergisi koyalım demiyorum. Olabilir, olmayabilir. Mutlaka tartışılmalıdır. Daha önemlisi, dalgalı kura rağmen orta vadeli hedeflere ulaşmak için döviz kuruna pekala müdahale edilebileceğinin kabul edilmesidir. Brezilya yolu açmıştır. Darısı başımıza...


Yazının devamı...

Bankacıdan al haberi

Bankacı deyince aklınıza nasıl biri gelir? Karikatürlerdeki ya da filmlerdeki bankacıları hatırlayın. Lacivert, tercihen çizgili ve kruvaze takım elbise, siyah ayakkabı ve çorap, pastel renkli kravat, mutlaka melon şapka ve Londra’nın yağmuruna karşı şemsiye...

Neden? Çünkü bankacıya paranızı emanet edeceksiniz. Ona güven duymanız, özellikle paranızı riskli işlere yatırmayacağına ikna olmanız gerekir. Giyim dahil tüm davranışları bankacının size tutuculuğunu anlatmak için kullandığı araçlardır.

Sadece tutucu mu? Bankacının biraz durgun olanı makbuldü. Babadan oğula bankacı seçkinler çoğunluktu. İngilizce “dull” sözcüğü sıkıcılık ve aptallığı birleştirir. Karşıtı herhalde “parlak” olurdu. İnternette çok hoş bir yazı dolaştı. Bu geleneğin bozulmasını son krizin temel nedeni olarak gösteriyor. Akıllı ve hırslı orta sınıf kökenli gençler sektöre giriyor. Tutuculuk horlanıyor. Risk alanın kârlı çıkacağı inancı hâkim oluyor. Hikâyenin sonunu biliyoruz.

En büyük ahlaki risk

Para basma tekelini üstlenen kuruluşa neden Merkez Bankası dendiğini hiç düşündünüz mü? Neden merkez? Neyin merkezi? İdarenin mi? Maliyenin mi? Başkentin mi? Hayır. Söz konusu olan bankacılığın yani mali kesimin merkezidir.

Çünkü bankacılık sisteminin olmazsa olmaz girdisi nakit paranın üreticisi odur. Literatürde “nihai borç veren” denir. Gerektiğinde, para talebinde oluşacak dalgalanmalara karşı para basarak mali sistemi korur.

Sistemin merkezinde yer almaları, merkez bankacıların da en az bankacılar kadar, hatta onlardan biraz daha tutucu olmalarını gerektirir. Aşırı tedbir ve risk karşıtlığı işin tanımında yer alır.

Ne alaka diyeceksiniz. İngiliz Merkez Bankası Başkanı Mervyn King’in salı günü Edinburgh’da yaptığı konuşma hatırlattı. İnternetten indirip okudum. Size de tavsiye ederim. Çok önemli bir konuşma.

Bankalara, denetleyici kurumlara ve hükümete son zamanlarda okuduğum en sert eleştirileri yöneltiyor. Banka kurtarma operasyonlarının “tarihin en büyük ahlaki riskini” yarattığını, daha büyük bir krizin tohumlarını ektiğini söylüyor. Mevduat ve yatırım bankacılığı ayrılsın diyor.

IMF’den mezuniyet

Salı günü Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz Eskişehir’de konuştu. Sunumu indirdim. Birkaç yenilik gözüme çarptı. Bir kenera koydum. Ama asıl bomba haber dün gazetelerde yer aldı. Başkan Yılmaz şöyle diyor:

“Dolayısı ile biz sürekli IMF ile birlikte çalışıp sistemimize, ekonomimize yön veremeyiz, vermemeliyiz... Çünkü bunun bir sonunun olması lazım. Bir anlaşma yaptınız, bir anlaşma daha, bir anlaşma daha. Bunun sonu nerede bitecek? Bir yerde bunun artık bitmesi lazım. Buradan mezun olmamız lazım. Kendi ayaklarımızın üzerinde dikiliyor olmamız lazım.”

Başkan Yılmaz olayı fevkalade güzel özetlemiş. “Mezuniyet” benzetmesini özellikle beğendim. “Benim oğlum bina okur, döner döner gene okur” zihniyetine nasıl anlatacağız, bilmiyorum. 2004’ten bu yana benzer şeyler söylediğimi de hatırlatırım.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.