Şampiy10
Magazin
Gündem

Enflasyon, büyüme ve döviz kuru

İki haftadır açıklanan verileri ve diğer iç-dış gelişmeleri ihmal ediyoruz. Onun yerine hızla artan iç talebin ve büyüyen dış açığın analizine giriştik. İlk aşamada oluşan makro dengesizliğe odaklandık. Oradan iktisat politikası opsiyonlarına geçeceğiz.

Bazen korkuyorum. Acaba gazete yazısı formatını aştım mı? Okuyucu köşe yazarından işin özünü yazmasını bekler. “Lafı dolaştırma, ufukta bir mali kriz var mı yok mu, onu söyle” der.

Okuyucu daima haklıdır. Ama, Nasreddin Hoca gibi ben de haklıyım. Türkiye ekonomisi pek çok konuda “ilkler” yaşıyor. Geçmiş deneyimler bugüne ışık tutmuyor. Eski ezberler boşlukta asılı kalıyor. Mecburen kapsamı genişletmek, ayrıntıya girmek gerekiyor.

Üçlü ödünleşme

Kısa bir özet yapalım. İç talep patlaması ile başladık. Özel kesimin gelirinin üzerinde harcama arzusuna nihai belirleyici dedik. İki kavram öne çıktı: “asabiyet” ve “güven”. Kredi mekanizmasının ve sermaye girişinin rolünü saptadık.

Oradan yüksek iç talep artışının yol açtığı dış açığa geçtik. Mikro özelliklere bağlayan “dış açık yapısaldır” tezine karşı çıktık. ABD-Euro bölgesi örneğini verdik. İç talep düzeyi ile döviz kuru arasındaki makro ödünleşmeyi tanımladık.

Ancak, makro çerçevenin iç talebi üretim kapasitesinin üzerine çıkartması üzerine ilk akla gelen makro dengesizlik dış açık değildir. Efektif talebin toplam arzdan yüksek seyretmesinin fiyatlar genel seviyesine yansıması, yani enflasyonu hızlandırmasıdır.

Dolayısı ile açık ekonomilerde makro ödünleşme ikili değil üçlüdür: iç talep düzeyi, döviz kuru ve enflasyon. Bir uyarı: üçlü küçük-orta boy ekonomiler için geçerlidir. Büyük ekonomilerde (ABD, Euro Bölgesi, Çin, vs.) döviz kuru denklemden düşer.

Türkiye’nin durumu daha da özeldir. Çünkü yüksek enflasyon geçmişte içeride TL’nin işlevlerini kısıtladı. “Dandik para” dedik. Yerini döviz aldı. Bu ise fiyatlama davranışlarından harcama kararlarına, tüm göstergelerin kur duyarlılığını arttırdı.

‘Yüksek faiz-düşük döviz’

Döviz kurunun aktif şekilde makro analize dahil edilmesinin sonuçları ufuk açıcıdır. Somuta geçelim. Canlı iç talep enflasyonist baskı yaratır mı? Kura bağlıdır. TL değer kazanırsa, hayır. Tersi de geçerlidir. İç talep çökse bile TL’de değer kaybı enflasyonu yükseltir.

2003-06 dönemi iyi biliniyor. İç talepte (ve milli gelirde) yüksek büyümeye rağmen enflasyonda sert düşüş yaşandı. Çünkü aynı dönemde TL değer kazandı. Yani ithal fiyatlarında gerileme iç piyasaya yönelik mal-hizmet fiyatlarındaki artışı telafi etti.

Dönemin para politikasına “yüksek faiz-düşük kur” boş yere denmedi. Yüksek faiz enflasyonu iç talebi kısarak değil, TL’ye değer kazandırarak düşürdü. Sevgili Ege Cansen konuyu çok işledi. Yüksek TL faizi dövizle borçlanmanın reel yükünü eksiye çekti. Bu da iç talebi güçlendirdi. Fırsat bulduğumda o verileri de yayınlayacağım.

Velhasıl, üçlü ödünleşme iktisat politikası opsiyonlarını ezberin dışına çıkartıyor. Makro dengesizliğe “intizamlı düzeltme” tasarımı açısından fevkalede önemlidir. Devam edeceğim.

Yazının devamı...

Dış açığın anatomisi

Son on yılda Türkiye’nin ekonomik temelleri güçlendi. Mali disiplin ve yapısal reformlar enflasyonu ve faizleri düşürdü. İstikrar ortamı büyümeyi hızlandırdı. Ama bir türlü sevinemiyoruz. Çünkü aynı anda dış açık inanılmaz düzeye tırmandı.

Doğal olarak eski korkular depreşti. Makro dengesizlik ve nasıl düzeleceği gündemin tepesine oturdu. Acaba bir mali kriz kaçınılmaz mı? İktisat politikası intizamlı bir düzeltme için neler yapabilir? Bunları yapıyor mu? Tartışmaya ben de katıldım.

Başarılı tedavi için doğru teşhis gerekiyor. İç talebi böylesine güçlü kılan çevrimi inceledik. Süreci özel kesimin geliri üzerinde harcama yapma arzusu tetikliyor. “Asabiyet” dedik. Bankaların ve küresel piyasanın risk iştahı besliyor.

Bu şekilde dış açığın analizi için gerekli çerçeveyi oluşturduk. Hatırlatalım. Dış açık makro dengesizliğin nedeni değildir, göstergesidir. Maalesef Türkiye’de bu konuda kafalar karışıktır. O açıdan ayrı bir yazı gerekti.

Dış açık yapısal mı?

En yaygın ezbere göre dış açık yapısaldır. Kavramın kapsamı esnektir. Türkiye enerji fakiridir. İç tasarrufları düşüktür. Ar-Ge harcaması yetersizdir. Yüksek teknolojide geridir. Eğitim kalitesizdir. Emek piyasası esnek değildir. Listeyi uzatabiliriz.

Bunların hepsi doğru gözlemlerdir. Ancak iki olayın beraberce varlığı birini diğerinin nedeni yapmaz. Hatta bazılarında ilişki aksi yönde bile olabilir (tasarruf oranı). Burada teorik tartışmaya gerek görmüyorum. Karşı örnekle yetineceğim.

ABD ile Euro bölgesini karşılaştıralım. ABD’nin yapısal özellikleri kesin üstündür. Üniversite, Ar-Ge ve teknolojide öndedir. Emek piyasasının esnekliği AB’ye örnek gösterilir. Üstelik doğal kaynak zenginidir. Teoriye göre ABD’nin dış dengesi daha iyi olmalıdır.

Maalesef gerçek gene teoriye uymuyor. ABD sürekli dış açık veriyor. Euro bölgesi ise vermiyor. ABD’nin dış açığı 2006’da rekor kırdı: 800 milyar dolar (milli gelirin yüzde 6’sı). Aynı yıl euro bölgesinin 41 milyar dolar dış fazlası vardı.

Hata nerede? Makro sorunu mikro etkenlere atfetmekten kaynaklanıyor. Dış açığı ihracat yetersizliğine bağlıyor. Muhtemel mikro kökenlerine odaklanıyor. Halbuki dış açığın nedeni yüksek ithalat ve onu mümkün kılan makro çerçevedir. Onu göremiyor.

Döviz kuru ve büyüme

Neden? Çünkü dış açığa mikro dışında bir köken aramak kaçınılmaz olarak ekonominin üç temel makro fiyatından birini Türkiye için galiba en önemlisini devreye sokar. Sanırım tahmin ettiniz: Döviz kuru (diğer iki makro fiyat enflasyon ve faizdir).

Artık teşhisi tamamlayabiliriz. Dış açığın nedeni iki makro değişken arasındaki uyumsuzluktur. Biri fiyat değişkenidir: Döviz kuru. Diğeri miktar değişkenidir: İç talep düzeyi.

İlişki iki yönlü çalışır. Her iç talep düzeyinde bir döviz kuru dış dengeyi sağlar. Aynı şekilde, her döviz kuru için dış dengeyi tutturan bir iç talep düzeyi vardır. Uyumsuzluk halinde makro dengesizlik oluşur (açık ya da fazla).

Büyüme-döviz kuru ödünleşmesi (trade-off) fevkalade önemlidir. Ancak, düzeltme mekanizmalarına dönmeden büyüme ile enflasyon arasındaki diğer makro ödünleşmeyi anlamak gerekiyor. Devam edeceğim.

Yazının devamı...

Kredi talebi neden yüksek?

Türkiye ekonomisinde ciddi bir makro dengesizlik oluştu. Her ay yeni rekorlar kıran dış açıkta somutlaşıyor. Sorular biliniyor. Dengesizliği kim, ne zaman ve nasıl düzeltecek? İktisat politikası neler yapabilir? Mekanizmaları anlamaya çalışıyoruz. Geçen yazı konjonktürün işleyişine baktık. Bir: Özel tüketim ve yatırım harcamaları gelirden hızlı artıyor. İki: Bankalar özel kesimi fonluyor. Üç: Küresel sermaye bankaları fonluyor. Nihai belirleyicinin ilki olduğunu özellikle vurguladık. Bugün özel harcamaları büyüteç altına alıyorum. Sorulardan birine yapısal diyebiliriz. Türkiye insanının, ister tüketici ister üretici, borçlanmaktan korkmadığı açıktır. Nesnel ve öznel nedenleri önem kazanıyor.

Diğeri konjonktürle ilgilidir. Geçen yılın yaz aylarına geri dönelim. Bütün tahminler sonbahardan itibaren özel harcama artışında yavaşlama varsayıyordu. Halbuki tam tersine, anlamlı bir hızlanma gerçekleşti. Ne oldu?

“Animal spirits”

Konjonktür analizini toplumsal zihniyet ve psikoloji ile zenginleştiren Keynes’tir. “Hayvani ruh” doğru ama çirkin bir tercüme olur. Gözüpek, risk alan, mücadele azmi yüksek, hatta bir ölçüde saldırgan davranışı içeriyor.

Bence bizim dünyamıza “asabiyet” sözcüğü uyuyor. Özdeyişlere bile yansıyor. Aklıma hemen “borç yiğidin kamçısıdır” geliyor. Benzer içerikte başkaları da var. Frenkçe ile Farsça karışımı “riskperver” diyebiliriz.
Elimde somut araştırmalar yok. Ama çevremizde “asabiyeti” kolayca gözlemliyoruz. Demografik, tarihi vs. bir dizi etkene bağlayabiliriz. Türkiye’nin dinamizmine ciddi katkı yaptığını düşünüyorum.

Elbette, borçlanma cesaretini destekleyen nesnel koşullar da var. En önemlisi, makro düzeyde düşük borç oranlarıdır. Kredileri milli gelire bölerek ölçüyoruz. Hem tüketici hem firmalar için muadil ekonomilerin çok altında çıkıyor. Nedenleri biliniyor. Son birkaç yıla kadar mali kaynaklar ancak kamu açığına yetiyordu. Üstelik reel faiz yüksek ve kredi vadesi kısaydı. Dolayısı ile özel kesimin borç kullanma olanakları çok kısıtlanmıştı.

Konjonktür ve siyaset

Yukarıdaki analiz bize kredi talebinin daha uzun süre canlı seyredebileceğini söylüyor. Ancak, yukarıda belirttiğim gelişmeyi, yani 2010 sonbaharında başlayan ve bu yılın ilk yarısında da süren ani artışı açıklamıyor.
Grafikte takvim-mevsim etkisi temizlenmiş özel tüketim ve özel makine-teçhizat yatırımları gösteriliyor. Kriz öncesini (2008’in ilk çeyreği) 100 aldım. 2010’un son çeyreğinde gerçek bir yatırım patlaması yaşanıyor.
Belli ki son çeyrekte (ekim-aralık dönemi) vatandaşa yeni bir cesaret gelmiş. Hem tüketim hem yatırım harcamasını hızlandırmış. Kredilerden de izliyoruz. O tarihte ne oldu? Bu cesareti nereden buldu? Cevap siyasette gizlidir. 12 Eylül referandumu seçim bilmecesini de çözdü. AKP’nin tek başına bir dönem daha iktidarda kalacağı anlaşıldı. Siyasi istikrar ufkunun beş yıl uzaması gelecek risklerini azalttı. Böylece “asabiyet” açığa çıktı. Olay budur.

Yazının devamı...

Konjonktürün anatomisi



Türkiye ekonomisi çok parlak bir görüntü veriyor. Üretim artıyor, işsizlik geriliyor, enflasyon ve faiz düşük, bütçe açığı ve kamu borcu sorunu yok, vs. Ama resmin gerisinde ciddi bir makro dengesizlik yatıyor. Dış açık rekor hızla artıyor.

Dengesizliği kim, nasıl ve ne zaman düzeltecek? Bu soruya cevap aramaya başladık. Sert (çalkantılı) yada yumuşak (intizamlı) düzeltmeyi ayırdettik. Mali piyasalarla Merkez Bankası arasında değişen güç dengesini saptadık.

Ekonomide dengesizlik insan vücudunda hastalık gibidir. Başarılı tedavinin önkoşulu doğru teşhistir. Tıpta yanlış teşhis hastayı öldürür. Ekonomiler ölmez. Ancak düzeltme sürecinin kısa ve uzun dönem maliyetleri yükselir.

O nedenle düzeltme analizlerinde öncelik daima makro dengesizliği yaratan mekanizmaların anlaşılmasında verilir. Ben de öyle yapıyorum. Mevcut konjonktürün ana belirleyicilerine bakıyorum.

Üç ayaklı süreç

Konjonktür sözcüğü birbirinden nisbeten bağımsız olayların üstüste gelmesini kasdeder. Türkiye ekonomisinin bugünkü gidişatına bakınca, üç ayak üzerinde durduğunu görüyoruz. Önem sırasına göre bakalım.

İlki reel kesimdir. Özel tüketim ve yatırım harcamaları milli gelirden daha hızlı artıyor. Yani vatandaş ekonomiye güveniyor. Gelecekte ödeme sıkıntısına düşmeyi beklemiyor. Süreci başlatan budur. Kritiktir.

İkincisi bankacılık sistemidir. Belirleyici olan sektör içinde sertleşen rekabettir. Bankalar özel kesimden gelen kredi talebini geri çevirmiyor. Krediyi veriyor. Kendinin ve borçlunun bilançosunda biriken riskleri kabulleniyor.

Diğeri küresel mali piyasalardır. Küresel krizle mücadele amaçlı bol likidite kendine getiri arıyor. TL varlıklarına yöneliyor. Riskleri makul buluyor. Böylece doğrudan ve dolaylı şekilde bankacılık sistemini fonluyor.

Piyasa ekonomisinde büyüme çevriseldir. Vatandaş harcayınca büyüme hızlanır. İşsizlik geriler. Cüzdanı dolan, işine güvenen vatandaşın morali yükselir. Harcamasını arttırır. Böyle gider.

İki dolaylı etken

Bu süreçte nedenselliğin yönü açıktır. “Tavuk-yumurta” açmazı yoktur. Sermaye girişi pasiftir. Aktif olan kredi talebidir. Vatandaş harcamayınca diğer ikisi denklemden düşer. Yakın geçmişten örneği çoktur. Onu bankalar izler. Sermaye girişi sondadır

Sermaye girişinin etkisi döviz kuru üzerinden yani dolaylıdır. TL değer kazanınca iç piyasaya üretim yapan kesimlerin hem reel geliri hem dövizle hesaplanan serveti yükselir. Güven duygusu ve harcama arzusu artar.

Bu arada, sıkı maliye politikasının da benzer etki yaptığını hatırlatalım. Bütçe disiplini ve düşük kamu borcu kamu kökenli istikrarsızlık riskini azaltır. Vatandaşın morali düzelir. Gelirinin üzerinde harcamaktan daha az tedirgin olur.

Yukarıdaki analiz üç muhtemel düzeltme tipine işaret ediyor. Vatandaş harcamayı keser. Bankalar kredi vermez. Dışarısı fonlamaz. Hangisi önce olabilir? Sonuçları nedir? İktisat politikası nasıl müdahale edebilir? Devam edeceğim.

Yazının devamı...

Para politikası ve mali piyasalar

Küresel kriz Türkiye’ye beklenmedik bir katkı yaptı. Ekonomi bu büyük sınavdan yüzünün akı ile çıktı. Mali çalkantı yaşanmadı. Resesyon derin ama kısa oldu. Ardından rekor büyüme geldi.

2000 sonrasında gerçekleşen büyük dönüşümün bu şekilde tescili iktisat politikası çerçevesine de yansıdı. Özellikle para politikasının tasarım ve uygulanmasında mali piyasaların hâkimiyeti törpülendi. Merkez Bankası güçlendi.

Kısaca hatırlatalım. Merkez Bankası’nın siyasi iktidarın baskısından kurtulması bağımsızlığın sadece bir ayağıdır. Diğeri ise mali piyasanın kısa dönemli çıkarlarına karşı durabilmesidir. Bağımsızlık tanımında en az ilki kadar önemlidir.

Bu olayın dikkatle analizi gerekiyor. Aksi takdirde Merkez Bankası’nın yeni para politikası anlaşılamaz. Kararları tahmin edilemez. Yanlış hatta saçma gibi görülür. Tartışmalar gerçekten kopar. Ezber tekrarına dönüşür.

Değişen koşullar

Ne oldu? Biraz geriye gidelim. 1990’ların başından itibaren para politikasını Hazine’nin borçlanma stratejisi belirledi. Geri planda devasa kamu açıkları yatıyordu. Para politikası buna uyum sağlamaya mecburdu.

Dolayısı ile Merkez Bankası da, en az Hazine kadar, mali piyasalarla iyi geçinmeye çalıştı. Piyasa oyuncularını rahatsız edecek politikalar uygulamaktan kaçındı. Çekişmeye girmedi. Taleplerine anlayışla yaklaştı.

Merkez Bankası’nın 2001’de siyasi müdahaleye karşı bağımsızlığını kazanması da bu ilişkiyi değiştirmedi. 2001 krizinin yol açtığı ağır travmanın kurumun belleğinde bıraktığı izleri de unutmayalım. Neticede mali piyasaların para politikası üzerindeki gücü sürdü.

Aslında koşullar 2003’ten itibaren hızla değişti. Ancak Merkez Bankası’nın ancak 2010’da ikna olduğu uygulamalarından anlaşılıyor. Para politikasının değişen koşulları görmezden gelmekte ısrarını geçmişte çok eleştirdim.

Hangi koşullar? Anahtar kamu maliyesidir. Tüm göstergeler olumludur. Bütçe açığı küçüktür. Kamu borç oranı düşüktür. Dövizle borç azdır. Velhasıl Hazine’nin borç çevirme diye bir sorunu yoktur. Para politikasını özgürleştiren bu somut olgudur.

Bağımsızlık ilanı

Lafı uzatmayalım. Ekonomi yönetimi “yeni normal” diyor. “Normalleşme” sözcüğünü ben de para politikası bağlamında sık kullandım. Hazine ve Merkez Bankası’nın mali piyasalara karşı bağımsızlık ilanını simgeliyor.

İki örnek verelim. Biri piyasa oyuncuları ile iletişim yönteminin değişmesidir. Böylece yıllardır süren münferit randevu dönemi kapandı. Önceden saptanan tarihlerde müşterek sunum yapılıyor.

Diğeri Para Politikası Kurulu’nun dün aldığı karardır. Piyasa karşılık oranında artış bekledi. Ama kurul piyasa dedikodusuna hiç aldırmadan bildiğini okudu. Faiz ve karşılık oranlarını değiştirmedi. Paranın patronunun kendisi olduğunu tekrar hatırlattı.

Son yazımda “düzeltme” sürecine giriş yaptım. Bugün anlatılan dönüşümün özellikle “yumuşak iniş” senaryosu açısından fevkalade önemli sonuçları vardır. Analize devam edeceğim.

Yazının devamı...

'Düzeltme' senaryoları

Bir süredir ekonomi ile uzaktan yakından ilgilenen herkesin kafasında benzer sorular var. Dış açıktaki hızlı artış nereye kadar gider? Sermaye girişinin yavaşlaması bir mali krizi tetikler mi? Bu ihtimali engellemek için neler yapılabilir?

Dış açığın geldiği boyutun çok ciddi bir makro dengesizliği yansıttığı artık genel kabul görüyor. İlk çeyrek sonunda dış açığın milli gelire oranının yüzde 8’e ulaştığını hatırlatalım. Üstelik artış eğilimi sürüyor.

İktisadın temel kurallarından biridir. Piyasa mekanizması her dengesizliği eninde sonunda düzeltir. Kısa dönemde etkin çalışması önünde engeller olabilir. Ama uzun dönemde arz-talep-fiyat dengesini mutlaka sağlar.

Ancak, makro dengesizliklerde düzeltmeyi piyasaya bırakmak kendine göre ek riskler taşır. Özellikle mali piyasalar aşırı tepkileri ile ünlüdür. Reel ekonominin gereksiz yere yüksek bedel ödemesi ile sonuçlanır.

Sert iniş

İktisatta düzeltme ile uçağın yere inişi arasında benzetme yapılır. Adı üstünde, “sert iniş” ciddi bir mali çalkantı ve ağır bir resesyon anlamına gelir. Düzeltmenin piyasaya bırakılması halinde olacakları anlatır.

Türkiye’nin “sert iniş” deneyimi zengindir. Süreci yakından tanıyoruz. Popülizm ve aşırı değerli TL dış açığı büyütür. Ama hükümet tedbir almayı reddeder. Bir gün ya döviz biter yada döviz kuru patlar. IMF’e gidilir. Sonuncusu 1994’tür.

Ya 2001 diyeceksiniz? Ayrı bir kategoridedir. IMF’le Standby Anlaşması uygulanırken gerçekleşti. Geçmişte ayrıntılarına girdik. Mali piyasaların aşırı tepkisinin nasıl reel ekonomide hasar yaratacağına iyi bir örnektir.

2011’in koşulları da farklıdır. Bütçe açığı ve kamu borcunun milli gelire oranı makul düzeydedir. Yani dış açık özel kesimin gelirinin üzerinde harcamasından kaynaklanmaktadır. Ek olarak düşük enflasyonu ve dalgalı kur rejimini sayabiliriz.

Dolayısı ile düzeltmeyi piyasanın yapması geçmişteki kadar ağır bir hasar bırakmaz. Ancak, gene de özel kesimin bilançolarını bozar. Tatsız bir mali çalkantı ve ciddi bir resesyon anlamına gelir. Kaçınmakta yarar vardır.

Yumuşak iniş

“Yumuşak iniş” düzeltmenin piyasa yerine iktisat politikası müdahalesi ile yapılmasıdır. Ben “intizamlı düzeltme” demeyi tercih ediyorum. Seyfettin Gürsel’in “intizamlı ricat” ifadesini de beğeniyorum.

Dış açık kökenli dengesizlikte politika bileşiminin iki amacı vardır. Bir yandan özel kesim harcamalarını kısacak politikalar devreye sokulur. Özellikle ithalatın denetimi açısından önemlidir. Kısa dönemde ithalat iç talebe duyarlıdır.

Paralelinde ülke parasının değer kaybetmesi hedeflenir. Dış dengesizlikte kalıcı düzelme için rekabetçi kur kritiktir. Özellikle ihracatın teşviki için önemlidir. Kısa ve uzun dönemde ihracat döviz kuruna duyarlıdır.

Bugün genel bir giriş yaptım. Yumuşak iniş senaryosunun ayrıntılarına girmek istiyorum. Devam edeceğim.

Yazının devamı...

Reel faiz ve para politikası

Önce durum tesbiti yapalım. Küresel kriz öncesinde TL reel faizleri fevkalade yüksek seyretti. Bakmadım ama bu dönemde çok sayıda dünya rekoru kırıldığına eminim. Özellikle döviz bozdurup TL’ye yatıranlar fahiş getiriler elde ettiler. Ayrı bir yazı konusudur.

Bir anlama küresel kriz Türkiye’nin işine yaradı. Faizlerin normalleşmesine olanak tanıdı. 2008 sonbaharında, Lehman Biraderler batarken, Merkez Bankası’nın gecelik borçlanma faizi yüzde 16.5’du. İki yıl içinde yüzde 1.5’a indi.

Doğal olarak, mali piyasalar yeni ortama uyum sağlamakta zorlandı. Düşük faizin sürdürülebilirliği sorgulandı. Derken Başbakan Erdoğan devreye girdi. Sıfır reel faiz istediğini açıkça ilan etti.

Tartışmaya ben de katıldım. 2003 sonrası için iki grafik yayınladım. İlkinde enflasyon, büyüme ve faiz arasında anlamlı bir ilişki olmadığı görüldü. Diğeri ise bütçe açıklarının yüksek reel faizi açıklamadığını gösterdi. Böylece para politikasına geldik.

Gecelik reel faiz

Serilerden birine önceki grafiklerden aşinayız. Piyasaya satılan TL tahvillerinin reel faizi Hazine tarafından her ay hesaplanıyor. Yıllık ortalamasını alıyoruz. 2003’de yüzde 26 olmuştu. 2010’da yüzde 1.6’ya geriledi.

Para politikası için hangi faizi kullanacağız? 2010 sonundan itibaren Merkez Bankasının bir haftalık repo fonlama faizine “gösterge” deniyor. Öncesinde ise hem piyasa hem Merkez Bankası için gösterge gecelik borçlanma faizi idi.

Karşılaştırmanın tutarlılığı da gecelik faizi gerektiriyor. Yerleşik yada yabancı yatırımcıyı düşünelim. Önünde iki alternatif var. Üç ay vadeli TL tahvili alabilir. Yada Merkez Bankası’na bir gecelik borç verebilir. Tercihi risk beklentisi etkileyecektir.

Reel faizi TÜFE’yi kullanarak ben hesapladım. Çok hassas değildir; zaten olması da gerekmiyor. Neticede bir yıl boyunca Merkez Bankası’nda tutulan paranın fiilen elde ettiği reel faizi gösteriyor.

2003’de gecelik reel faiz yüzde 22 olmuştu. 2004 ve 2005’de de çift haneli çıktı. 2006’da yüzde 6’ya geriledi. Ama 2007’de tekrar yüzde 9’a tırmandı. 2008-09 döneminde yüzde 7’de kaldı. Nihayet 2010’de aniden eksiye (yüzde 1) döndü.

Anlamlı bir ilişki

Hatırlatalım. Tahvil faizi mali piyasada arz-talep koşullarına göre oluşuyor. Halbuki gecelik faizi doğrudan Merkez Bankası yönetimi saptıyor. Ama iki faiz fevkalade ilginç şekilde mükemmel uyum içinde davranıyor. Aradaki fark hep bir iki puan düzeyinde kalıyor.

Üç ihtimal var. Bir: Merkez Bankası gecelik faizi piyasa faizine göre saptıyor. Yani para politikasını mali piyasalar belirliyor. İki: piyasa faizi gecelik faize göre oluşuyor. Yani yüksek reel faiz para politikasının sonucudur. Üç: benzerlik bir raslantıdan (!) ibarettir.

Seç seç, al... Analizim biliniyor. Yıllardır nedenselliğin gecelik faizden tahvil faizine doğru olduğunu savundum. O nedenle 2003 sonrasında uygulanan para politikalarına israrla “yanlış” dedim. Grafik çok öğreticidir. Böylece reel faiz tartışmasını bitiriyorum.

Yazının devamı...

Reel faiz ve maliye politikası

Reel faizle ilgili analize başladık ama bir türlü sonunu getiremedik. Araya dış açık, Yunanistan ve istihdam gibi güncel konular girdi. Daha fazla soğumadan bitirmeye karar verdim.

2001 krizi sonrasında reel faizlerin fevkalade yüksek seyretmesi benim de aralarında olduğum bir kesim tarafından çok eleştirildi. Özellikle TL’nin değer kazanması ve dış açıkla bağlantısı vurgulandı. Ayrıntıların bilindiğini varsayıyorum.

2008 krizi önemli bir dönüşümü tetikledi. Nominal ve reel TL faizler daha önce tahayyül bile edilemeyecek düzeylere geriledi. Bu kez düşük faizin sürdürülebilirliği konusu öne çıktı. Bu arada Başbakan da “sıfır reel faiz” talebi ile tartışmaya katıldı.

İlk iki yazıda reel faiz, enflasyon ve büyüme ilişkisine baktım. Sayılar ezberlere uymadı. Yüksek faizle hızlı büyüme, düşük faizle düşük enflasyonun mümkün olduğu görüldü. Bugün maliye politikasını ele alıyorum.

“Uzun dönemde hepimiz öleceğiz”

Maliye politikası konjonktürün en kritik belirleyicilerinden biridir. Bir dizi önemli ezberin de kaynağıdır. Örneğin bütçe dengesi ile enflasyon ve faiz arasında adeta otomatik bir ilişki kurulur. Bütçe açığı artınca enflasyon ve faizin de yükseleceği düşünülür.

Bu tür gözlemler uzun dönemde doğrudur. Vergi yerine borçla karşılanan kamu harcamaları eninde sonunda kamu borcunu patlatır. Yüksek faiz ödenemez hale gelince banknot matbaası çalıştırılır. Yunanistan’a bakmak yeterlidir.

Ancak, bu mekanizmanın işlemesi için yıllar, hatta on yıllar gerekebilir. Keynes’in ünlü “uzun dönemde hepimiz öleceğiz” sözünün gerisinde bu gerçek vardır. Kısa dönemde süreç çok farklı çalışır. Bu ilişki geçerliliğini kaybeder.

Türkiye’ye uygulamak için 2003 sonrası dönemde bütçe açığı ve reel faiz ilişkisini kullandım. Neden 2003’le başlıyoruz? Çünkü Hazine’nin reel faiz hesabı öncesine gitmiyor. Sadece resmi verileri kullanmaya çalışıyorum.

Aşağıdaki grafikte çubuklar (sağ eksen) bütçe açığının milli gelire oranını gösteriyor. Grafiğin daha rahat okunması için işaretini artı yaptım. Borçlanma gereği şeklinde de okunabilir. Çizgi ise piyasaya satılan TL tahvillerinin reel faizidir.

Maliye politikası açıklamıyor

Grafik çok öğreticidir. Yararlı gözlemlere imkân sağlıyor. En çarpıcısı ile başlayalım. 2004 ve 2009’da bütçe açığının milli gelire oranı aynı: yüzde 5’in biraz üstünde. Halbuki reel faiz 2004’te yüzde 17 iken 2009’da yüzde 1.6’ya iniyor.

Devam edelim. 2005-2008 arasında bütçe açığının milli gelire oranı yüzde 2’nin altında. Ama reel faiz aynı oranda düşmüyor. Yüzde 8-12 aralığında takılıyor. Öte yandan 2009 ve 2010’da bütçe açığı tırmanırken reel faiz çöküyor. Tek tutarlı gibi duran gözlem 2003’tür. Orada bile yüzde 9 açığın neden yüzde 26 reel faize yol açtığı sorusu cevapsızdır.

Bu arada bütçe açığı yerine kamu borcunu koyunca resmin değişmediğini söyleyelim. Neticede, özellikle 2004-2008 döneminde yüksek reel faizi maliye politikası ile açıklamak mümkün durmuyor. Böylece işin özüne, yani para politikasına geliyoruz.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.