Şampiy10
Magazin
Gündem

Karadenizli kadınları bekleyen tehlike: Suriyeli kadınlar

“Tarih bir imtihandı ve gökkubbenin altında değişen hiçbir

şey olmadı kıyafetlerden başka. Oysa bir yüzü kararırken

dünyanın, gülümseyen bir çiçek açar hep öbür yüzünde.” –İskender Pala, Kırk Güzeller Çeşmesi

Karadenizli kadınları bilirsiniz...

Kurtuluş Savaşı sırasında evlerinde barklarında erkek kalmadığı için silah kullanmayı öğrenmiş, namusunu müdafaada ve ev idare etmede bir dünya markası kadınlardır.

Bıraksanız her biri tek başına ülke yönetir.

Pekçoğu kocaları kahvede gıybet ederken, çay ve fındık tarlalarında işçilik yapar, çocuk büyütür ve bundan bir dakika bile gocunmaz.

Zor zamanlar görmüş, zor kaderlerden geçmişlerdir.

Acının ne olduğunu bilirler.

Sürülmenin ne olduğunu bilirler.

Savaşı bilirler.

Süngünün ucunda suyun öte yakasından sürülüp gelmiş ailelerin çocukları çoktur aralarında.

Evini barkını bırakıp başka bir toprakta varolmaya, yaşamaya çalışmanın ne olduğunu adlarından iyi bilirler o yüzden.

Ancak neden ve nasılsa çileleri bitmiyor Karadenizli kadınların.

Sınır kapıları açıldı...

Kocalarını Rus kadınlara kaptırdılar.

Neredeyse her birinin kocasının Rus bir metresi oldu bir dönem.

Aradan 25 yıl geçti.

Ama kaderleri değişmedi.

Şimdi de Suriye’den gelen kadınlar bir tehdit Karadenizli kadınlar için.

Bizzat kendi ağızlarından dinlediğim üzere, Suriyeli kadınlar, Karadeniz’de sokakta bile erkeklerin yanına gidip onlara ikinci eş olmayı teklif ediyormuş.

Evlerin kapılarını çalıp “Beni kuma olarak al” diye yalvarıyormuş kadınlara.

Karadenizli kadınlar bezgin.

Karadenizli kadınlar bıkkın.

Bir yandan savaşta sürülen ve evsiz kalan o kadınlara acıyor, bir yandan da eşlerini kaybetmekten korkuyorlar.

Savaş ne kadar acımasız...

Ve insan, başını sokacak bir delik bulamadığında ne kadar çaresiz.

Elinde üç çocuğuyla kocasının peşine takılan Suriyeli bir kadını anlattı bir kadın bana...

Evlerine kadar takip edip kapılarında saatlerce ağlamış.

Ne yapabiliriz, diye sordu.

Hiçbir şey dedim...

Erkek egemen bir kültürden geldikleri için, bildikleri tek güvende hissetme yolu bir erkeğin himayesine girmek o kadınların.

Hiçbir şey yapamazsınız.

Rus kadınlar vakasını atlattınız.

Elbet bunu da atlatırsınız.

İnşallah atlatırsınız.

GEÇEN HAFTADAN KALAN 10 ŞEY

1- Bir takım kötü şeyler:

Yaşanan tüm terör olaylarına, suikastlere, öldürülen askerlere ve başımıza gelenlere karşı tek bir sözüm var: 32 yaşındayım. Maksimum 30 sene daha yaşarım. Onu da bu devirde geçirmek için, önceki hayatımda firavun ya da Hitler’dim herhalde. Gördüklerimin, duyduklarımın, başka bir açıklaması olamaz.

2- Sarıyer Uskumruköy Patibahçe’de yakılan hayvan barınakları

Dünya yanıyor zaten... Bir grup hayvanseverin hayvanların soğuktan donarak ölmesini engellemek için Uskumruköy’de yaptıkları barınakları yakan halka ve çobanlara ne demeli? Hayvanlarınızı mı yiyorlar? Çevirin etrafını çitle mevcut yerin. Günahsız hayvanları yakarak öldüren zihniyetle, günahsız insanları diri diri yakarak öldüren zihniyetin arasında hiçbir fark yok. Utanın kendinizden!

3- Lena Dunham’ı taşlayan dünya basını

Girls dizisinin yaratıcısı Lena Dunham, kadınların kürtaj hakkını destekleyen bir grupla ilgili açıklama yaparken, “Keşke onlara destek olurken ne yaşadıklarını tam olarak hissedebilseydim. Kürtaj yaptırmış olmak isterdim” dedi. Vay efendim sen misin bunu diyen! Kürtajı oyuncak mı sanıyormuş da... Mide bulandırıyormuş da... Ulan kadın empati kurmaya çalışıyor, siz kadını gerizekalılıkla suçluyorsunuz. Yemin ediyorum elek akıllılıkta ve lafın başını dinlemeden sonuna sövmede herkesin potansiyeli aynı.

4- Dev fare üç aylık bebeği yedi

Oldu bu. Afrika’da. Kadın çocuğu evde yalnız bırakıp partiye gidiyor. Ve evde yalnız kalan üç aylık kız çocuğunu dev bir fare yiyor. Mahallenin fotoğrafları içler acısı. Belli ki fakirliğin, sefaletin kol gezdiği bir yer. Daha önce de aynı yerde fareler çocukları yemiş. Olayın tek sevindirici yanı, kadının ölen kız çocuğunun ikizi olan oğlan çocuğunu yanına alması. Yoksa onu da yiyecekmiş fare. Yemin ediyorum bak, dünya dev bir tımarhane.

5- Ivanka Trump’a saldıranlar, “Dear Ivanka”cılar

Herkes sapıtmış bir şekilde yeni Amerika Başkanı Donald Trump’ın kızı Ivanka’ya saldırıyor. Geçen gün bir uçakta tarifeli uçan kıza, yolcular hakaret etmiş. Sonra ressamın teki (Alex Da Corte) çıkıp dünyanın parasına zamanında kıza sattığı resimleri duvarından indirmesini istiyor... Konu iyice kontrolden çıktı. Bu neyin davası? Trump’ı sevmeyebilirsin kardeşim. Faşist bulursun, akılsız bulursun... Kızına saldırmak, hakaret etmek, dövmeye kalkmak, nedir? Sanırsın Amerika Trump’la son bulacak. Bu kafayı taşıyıp özgürlüklerden demokratlıktan filan bahsetmesin hiç kimse. Bu da servet düşmanlığı, haset ve vandallık çünkü. Utanç verici.

6- IKEA’nın 50 milyon dolarlık şifoniyeri

Ikea Malm serisindeki şifoniyerler, Amerika'da üç çocuğun üzerine devrilip ölümüne neden olunca, ülkede satışı yasaklandı. Ancak diğer ülkelerde satışı hala sürüyor. The Mirror’ın haberine göre, Ikea ölen çocukların ailelerine totalde 50 milyon dolar ödemek zorunda kalmış ve şifoniyerin ürün açıklamasına, çocuklar, çekmeceleri çekip basamak yaparsa devrilir, duvara sabitlenmezse devrilir gibi açıklamalar yazmış. Elbette ki bu yüzden Ikea mobilya almayın demeyeceğim. Son derece kullanışlı olan bu şifonyerlerden tanıdığım herkesin evinde bir tane var zaten. Sadece aklınızda bulunsun. Malm şifoniyeriniz ve küçük çocuğunuz varsa muhakkak duvara sabitleyerek kullanın. Ne olur ne olmaz. Tedbirli davranmak iyidir.

7- Bella Hadid kime benziyor?

Kıza her baktığımda... Kime benziyor... Kime benziyor... Kime benziyor diye düşünürken ben, buldum! Helena Christensen’e. Evet, 90’ların bebek yüzlü Hollandalı modeli. Ne tesadüftür ki Bella’nın top model annesi Yolanda Hadid de, Hollandalı ve Helena’yla aynı dönemden. Benzerlik muhteşem. Açın bakın. Aynısı.

8- Bella Throne’un varolma çabası

Disney kanalından çıkan ve hiçbir yeteneği olmadığı için sağda solda dolaşıp kendini göstermeye çalışan Hollywood grupi’si Bella Throne, geçen hafta Miami’de genç şarkıcı Charlie Puth ile görüntülendi. Ancak Throne’un mevcut sevgilisi Tyler Posey’den ayrılmadan bu aşka yelken açtığı ortaya çıkınca, Puth, Bella’yı Twitter üzerinden terk etti. Hem de kandırıldığını açıklayarak ve Tyler’dan özür dileyerek. Hiçbir yeteneği olmadan ortada gezinen ve gündeme gelmeye çalışan herkesten korkun. Haber olmak için her türlü rezilliği yapar, hiç rahatsız olmazlar. Bella gibi.

9- The Handmaid’s Tale (Damızlık Kızın Öyküsü) dizi oldu.

Margaret Atwood’un dünyaca ünlü çok satan ödüllü distopyası, sonunda dizi oldu. Hulu kanalında yayınlanacak dizinin başrolünde, Elisabeth Moss yer alıyor. Sonunda benim de izleyebileceğim bir dizi var! Rabbim bugünleri de gösterdi. Mutluluk ve de neşe dolu ifadeler...

10- “Arzum’la Sen de Yapabilirsin!”

Attığınız maillere cevap verdiğim, ilişkiler konusunda tavsiyelerde bulunduğum yeni YouTube kanalımla pek yakında karşınızda olacağım sevgili gönül dostlarım. Takipte kalın. Ve bana mail atmayı unutmayın. Videoları inceden çekmeye başladım bile.

Hayırlı, huzurlu, sakin günler olsun...

Sevgiyle.

Yazının devamı...

Uzak durmanız gereken 20 insan modeli

“İnsanın en büyük hatalarından biri de, doğru zamanı yanlış kişilerle doldurmaktır.” – Charles Bukowski

İnsan dediğin çeşit çeşit.

Ve kısa ömrümde bin bir çeşit insanla karşılaştım ben.

Nasıl becerdiğimi sormayın.

Nerede bir cins varsa geldi beni buldu.

Belki de ben onları elimle koymuş gibi buldum.

Neticede sıradan olan hiçbir şey benim ilgimi çekmez.

Mevcut şeyde bir aksaklık, anormallik yoksa, gözüme çarpmaz.

Bana güvenin...

Tüm bu insan modelleri içinde en işe yaramaz olanlarını seçmekte ustayım artık...

Bana güvenin.

Bu belirtileri gördüğünüz yerde, o insanlarla vedalaşıp yolunuza devam edin.

Çünkü bunlar, ruhunuzu emerler, haberiniz olmaz.

1- Sürekli kişisel geçmişiyle ilgili hikayeler anlatanlar.

Bunlarda varlık kaygısı vardır. Aldıkları eğitimi, geldikleri aileyi yansıtamadıklarını düşündükleri için sürekli kısa geçmişlerinden, başlarına gelen en sıradan şeyi bile aşırı derecede överek bahsederler.

2- Sevgilisiyle/eşiyle övünenler.

Bunlar da ellerindekinin yetersizliğinin farkındadır. Sürekli onu överek, başkalarının gözünde daha değerli bir hale getirmeye çalışırlar ki, kendi değerleri artsın. Sevgiliniz sizi onun bunun yanında övüyorsa, bu sizinle ilgili değildir... Sizin üzerinizden sağlamaya çalıştığı pirimle ilgilidir. Ayrıca da sizi yetersiz görüyordur muhtemelen. İtibar etmeyin. Sevgisinden şüphe edebilirsiniz.

3- İki duble içip ne dediğini bilmeyenler.

Alkol şişede durduğu gibi durmuyor elbette. Bunda hepimiz hemfikiriz. Ancak iki kadeh içip sallanmaya başlanan, ağzından çıkanı kulağı duymayan, ne yaptığını bilmeyen insanlar size sadece yük olacaktır. Ve uzun vadede zarar verecektir.

4- Durduk yere dedikodu yapanlar.

Gıybet elbette ki hepimizi rahatlatır, sakinleştirir. Özellikle biriyle çözülmemiş bir davamız varsa onun gıybeti bizi daha çok ilgilendirir. Ancak sebepsiz yere, hiçbir sorunu olmayan insanların arkasından konuşanlardan rahatlıkla korkabilirsiniz. Büyük sıkıntı çıkarır bunlar başınıza. Niye? Anlatacak konuları yoktur, bir hayatları yoktur, muhabbet olsun diye onun bunun masasında hakkınızda bildikleri üç beş kırık bilgiyi sündürürler de ondan.

5- Üzerinizde baskı kurmaya çalışanlar, fazla sahiplenenler.

Ah benim canlarım... Ellerindeki kaçıp gidecek diye ödü patlar bunların. Muhtemelen arkanızdan bir iş de çevirdikleri için onun ortaya çıkmasından korkar ve size resmen yapışırlar. Biri üstünüze fazla düşüyorsa, emin olabileceğiniz tek bir şey var: Size yalan söylüyordur. Kaçın kaçın!

6- Hayatınızla ilgili ileri doğru bir adım attığınızda dur diyenler.

İlk kitap anlaşmamı yapmak için şimdiki yayın evimin kapısına dayandığımda sene 2006’ydı. O zaman arkadaş olduğum bir kız, delirmişti bunu duyunca. “Çok acele ediyorsun. Bak ben bile yapmıyorum...” Filan diye bir şeyler gevelemişti. Hiç unutmam. Bunu size ananız-babanız bile yapsa, ona bir şey anlatmayın. Fikrini sormayın. Gizli bir kıskançlıkla sizi durdurmak istiyor demektir.

7- Özel hayatınıza bulaşanlar.

Sizin hayatınızı yaşamaya çalışır bazıları. Kararlarınıza müdahale etmeye, sevgilinizle aranıza girmeye çalışırlar. Utanmazlar, sizin adınıza, size hiç haber vermeden gider karşı tarafla konuşurlar bile. Sırf sizi paylaşamadıkları için... Sırf sadece onlara kalın istedikleri için iki yakanız bir araya gelsin istemezler... Tam bir gizli sosyopat modeli. Kaçın canlarım. Kaçın.

8- Size yalan söyleyenler.

Yalanın biri de birdir, bini de. Yalanın büyüğü küçüğü olmaz. Biri size yalan söylemeye başladı mı arkası gelmez. Yakaladığınız yerde yüzüne vurun. Sonra da sessizce kaçın.

9- Boş vaatte bulunanlar.

Bu da yalanın bir türü vallahi. Yapamayacağı şeyi söylemekten çekinmeyenden her şey beklenir. Salak oğlanlar vardır, flört etmeye başlarsınız, bir sonraki yılın tatil planını yapıp üç gün sonra arazi olurlar. Bunlar da o model. Çarşamba buluşalım dersin, plan yaparsın, son dakikada işi çıkar gelmez bunlar. İş için konuşursun “He he”der bir türlü icraat göstermezler. Kaçın bunlardan. Bunlardan herkes kaçsın.

10- Gereksiz duygu gösterisinde bulunanlar.

Neden? Neden bana aşırı sarılıyor ve sevdiğini söylüyorsun, neden? Seni sevmem için. Yapma... İnsanlar yansıtma yöntemini çok sık kullanır. En gereksiz duygu gösterisinde bulunan, size en çok iltifat edenler, sizden en az hoşlananlardır. Ve muhtemelen içten içe ölmeniz için dua etmektedirler. Hissettikleri yansımasın diye kendilerini süslü sözlerle perdelerler. Bunu asla unutmayın.

11- Sürekli negatifler.

Asık surat, yalandan bir bezginlik, hayata tutunamıyorum tripleri... Etraflarına negatif yayıp enerjilerini emerek, kendilerini besler bunlar. Bir bak, inanılmaz iyi hayatları vardır. Paraları vardır. Sevgilileri vardır. Ama o meymenetsiz suratları ve sürekli yakınan halleriyle sizin hayatınızı mahvederler. Bir zamanlar bir kızla arkadaştım. Zengin bir ailenin kızıydı. Tuvalet kağıdı olarak dolar kullanıyor, boğazda inanılmaz bir evde oturuyor, ilişkisi olmasına rağmen önüne gelen oğlanı ayartmaya çalışıyordu. Ve yine de mutsuzdu. Çok mutsuzdu. Berbat mesajları ve sürekli enerjisiz sesiyle kanımı emecek kadar mutsuzdu. Arkadaşım dediği herkesin arkasından iş çevirecek kadar mutsuzdu. Umarım bir gün gerçekten mutsuz olmayı başarır. Hedefi buydu.

12- En iyi fikir benim diyenler.

Ah! Hiçbir fikri kabul edemez, en iyisini düşünen odur. En akıllı odur. İtiraz kabul etmez. Anlatılanı dinlemez. Mal gibi yaşar gider. Kütük kafalılar. Bunlarla sohbet bile edilemez.

13- Monolog severler.

Bunlarla sohbet etmek imkansızdır. Sohbet edermiş gibi görünür, arada konuşmaya çalıştığınız anda sözünüzü kesip konuşmaya devam ederler. Sizin ne söylediğinizin onlar için bir değeri yoktur. Sayıklar gibi bir şey anlatırlar. Cevap beklemezler. Sadece onları dinlemenizi beklerler. Zaten inanın sizi de önemsemez bunlar. Sırf dinleyici olsun diye size konuşurlar.

14- Paragözler.

Üçün beşin hesabını yaparlar. Ortak hesap ödemeye kalktığınızda bütün hesabı size yüklemeye kalkarlar. Sizi sömürmek için sizinle arkadaşlık ettiklerini net anlarsınız. Paraları olsa da hiç yoktur bunların. Sürekli paraları olmadığından yakınırlar. Banka hesaplarını açın bakın, sizden çok paraları vardır. Eee... Embesillik kolay değil. Faydasını görecekler tabii...

15- İşi düşünce arayanlar.

Sadece ve sadece çıkarları varsa sizi arar, sorarlar. İşleri bittiğinde de defolur giderler. İliklerinize kadar size kendinizi kullanılmış hissettirmekten de çekinmezler. Siz arayın, asla size yardım etmezler. Telefonunuzda engelleyin, kurtulun.

16- Boş zaman kankaları.

Sevgilileri olmadığında, paraları bittiğinde, etraflarında kimse kalmayınca sizi arayıp sorarlar. Sadece öyle zamanlarda sizinle görüşürler. Manitayı buldular mı ortadan kaybolurlar. Sevgilileri ya da başka arkadaş grupları için gözlerini kırpmadan sizi satarlar. Canlarım benim. Olmaz olasıcalar.

17- Faydacılar.

Sizinle görünmek işlerine geliyorsa sizinle görüşürler. Ama birine nispet yapmak için ama bir ortama girmek için. Özellikle yeni ortam kovalamak için etrafınızda takılanlardan kaçının. O ortama girdikleri an, ilk iş sizi satacaklardır. Di mi? Di mi? Ah di miiiiy!

18- Halk adamı görünen ırkçılar.

Sorsan sol görüşlüdürler, azıcık özüne in, aşırı iyi eğitim almamış, soyadı olmayan, belli bir kültürden gelmemiş herkesten tiksinirler. Siyasi görüşleri bile kendilerine yarattıkları dandik imajın bir parçasıdır. İçlerinde gizli birer halk düşmanı yaşar. Neden söz ettiklerini bile bilmezler. O kadar dar bir çevreleri vardır ki, aynen kendilerine benzeyen, kimse onların ne dediğini sorgulamaz zaten. Ne dediğini bilmeyen, bu salak sapilik arkadaşlardan sakınalım. İnsan başta kendine dürüst olacak.

19- Goygoycular.

İşi gücü milleti yağlayıp ballayıp goygoylamak olan ortam kaypaklarıdır bunlar. Çeneleri hiç durmaz. Boş boş konuşurlar. Kimin yanındalarsa en sevdikleri odur. Diğer tarafı gömer, yerin dibine sokarlar. Goygoylamalarının somut bir amacı bile yoktur. Lan bu niye böyle yapıyor dersin... Cevap yok. Yapıyor, çünkü doğasında var. Yapıyor, çünkü canı öyle istiyor. Sorgulamayın. Uzaklaşın.

20- Herkesle çok iyi anlaşan, herkesi çok sevenler.

Bir insan herkesi çok seviyorsa, bilin ki kimseyi sevmeyi bilmiyordur. Bir insan herkesle çok iyi anlaşıyorsa, bilin ki kimseyi umursamıyordur. Vardır böyle tipler. Herkese gülümser, kendilerinden tiksinen insanlara bile sarılır öperler. Size o kadar iyi davranırlar ki, kötü davranmaya utanırsınız, başınıza kalırlar. Size en iyi dostlarıymışsınız gibi davranır, yapışırlar... Samimiyetsizler. Uzak durun. Uzak.

Neticede sevgili dostlar,

Ben bu kategorilerin hiçbirine dahil olmamak için elimden geleni yapıyorum.

Bir insanın bunlardan biri olduğunu fark ettiğimde de topuklayıp kaçıyorum açıkçası.

Bana ne canım?

Ne diye kalayım?

Bunların belasını da “her şeye rağmen” sevenleri çeksin...

Sevgili Arzum, bu saydıklarının dışında bir insan formasyonu kaldı mı, yaşıyor mu öyle insanlar, diye soranlarınız olabilir...

Altı milyar dünya nüfusunda varsa bu gruba dahil olmayan %0,000001 insan, Ben onları bulmak için ölene kadar çırpınacağım.

Herkesi hayatta tutan bir hedefi var öyle değil mi?

Yaşamaya devam etmemizi bir şey sağlıyor hepimizin...

Benimki de o milyarda bir insanı bulmak olsun.

Varsın bu ömür de böyle olsun.

Kim bilir öncekileri nasıl harcadık da bu ömürde bu amaca kaldık...

Kim bilir?

Konuyla ilgili görüşlerinizi, mail halinde bekliyorum.

Hayırlı pazarlar olsun.

Yazının devamı...

Sen gittin, hatırın kaldı

“Nedir bir ölüm? Dağların taşların kabul etmeyip insanın kabul ettiği şey mi? Sen ölümü beklerken kalan sağların sende seyrettiği şey mi yoksa?” –Nazan Bekiroğlu

Anneannem öldü benim.

85 yıllık hüzün dolu hikayesinin son imzasını iki hafta yoğun bakımda kaldığı bir hastane odasına attı ve ayrıldı aramızdan.

15 yıldır alzheimer hastasıydı.

Teyzem ve dayım, bu 15 yılda hayatlarını askıya alıp kendilerini anneannemi hayatta tutma görevine adadılar.

Ve bir mucize yarattılar.

Alzheimer’ın son evresini bile yıllar önce geride bırakmış olan anneannemi, beyni hayati işlevlerinin çoğunu unuttuğu halde hayatta tuttular.

Sevgiyle, aşkla, bir dakika bile üf demeden yaptılar bunu.

Kimsenin yapamayacağını yaptılar.

Benim gözümde ikisi de kahraman.

Dilerim hepiniz, böyle muazzam çocuklar yetiştirmeyi becerecek kadar temiz tutabilirsiniz kalbinizi.

Ve sonunda geçen salı sabahı kaybettik melek anneannemi.

Kanatlarını taktı gitti.

Kuş derlerdi anneanneme.

Lakabı “Kuş”tu.

Öyle narin, öyle iyi yürekli, öyle inanılmaz biriydi.

Herkes sevdiğini öyle zanneder ama benim zannettiğimden, hatırladığımdan fazlasıydı anneannem...

O kadar ki, ardından “Allah günahlarını affetsin” diyen imama “Ne günahı!” diye bütün cemaat itiraz etti.

Tanrı herkese böyle sevilmeyi nasip etsin.

Herkese gecinden, sıralı ölüm versin...

Belli bir yaşı geçmiş insanların ölmesinin doğal olduğunu düşünecek kadar bilime inanırım ben.

Yaşlı insanlar öldüğünde abartarak üzülenlere bilenirim.

Bunca genç insan ölüyor, adam/kadın doksan yaşındaki nenesine ağlıyor diye söylenirim-dim.

Aklıma tüküreyim!

Aklın, duyguların yanında hükmü nedir?

Koca bir hiç!

Sevdiğini tabutun içinde görüp cansız bedenine son kez dokununca anlıyorsun, ölüm acısının sırayla ilgili olmadığını.

Soğuk toprağın koynuna bırakınca anlıyorsun, üzüntünün boyutunun kaybın yaşıyla alakalı olmadığını.

Anlıyorsun, o doksan yaşında ölen nenesine ağlayanların niye ağladığını.

Bilmediğini öğreniyorsun.

Hayat görerek öğrenemediğini yaşatarak öğretiyor sana.

Öğreniyorsun...

Herkesin kaybı kendine büyüktür.

Herkesin acısı sevgisi kadar yakar içini...

Herkesi göz yaşı sevgisi kadar akar.

Ve insan büyüdüğünü, tam da böyle anlar.

Ah benim canım, ah canım benim...

Çocukken kaybettiği annesine, doğumdan hemen sonra kaybettiği iki oğluna, genç yaşta kaybettiği kocasına ve daha bir ay önce kaybettiği canı kardeşine kavuştu.

Ah benim canım...

Ah canım benim.

Hakkını helal et anneannem.

Benim sana hakkım geçmedi.

Sen gittin, geride hatıran, geride hatırın kaldı şimdi.

Bana kalsın.

Dünyaya neler oluyor anlamakta zorlanıyorum...

Daha iki gün önce Beki İkala, ofisinin kapısında kurşunlanarak öldürüldü.

Halep’teki katliam ortada.

Bütün yaz yaşadığımız kabusun, Adana'daki yurt yangınının, Beşiktaş’taki patlamanın etkileri henüz geçmemişken, bütün lanetini üzerimize kusup gidiyor 2016.

Kısa kişisel tarihimize adını kara harflerle yazdırarak.

Dünya mı delirdi, zaten deliydi de şimdi şimdi mi anlıyoruz kafalardaki hasarın, kalplerdeki karanın büyüklüğünü bilmiyorum.

Bu son olsun bir daha üzgünlü yazı yazmayayım, bundan sonra hep güzel şeyler olsun istiyorum.

Yarın uyanalım ve her şey geride kalmış olsun istiyorum...

Dua edin istiyorum.

Hiç kötü şeyleri anmayın ve iyiliklere odaklanın istiyorum.

Her şeye rağmen vazgeçmeyin, hayata dört elle tutunun istiyorum.

İnanın istiyorum.

Sizin işiniz inanmak.

İnanın, isteyin ve vazgeçmeyin.

Her zaman dediğim gibi, sonunda en iyiler değil asla vazgeçmeyenler kazanacak.

GEÇEN HAFTADAN KALAN 10 ŞEY

1- Yakarım Geceleri

Eski bir şarkıyı, yeni bir dost görmüş gibi döndürüp döndürüp dinlemek. Yılmaz Odabaşı ne güzel yazmış... "Bu aşkın nüshası rüzgarlarda, aslı bende kalacak. Bizi hasret saracak, bulutlar çıldıracak." Ve Ahmet Kaya ne güzel söylemiş. Bütün kaybettiklerimizin ruhuna dinliyorum bu şarkıyı...

"Geçtim borandan kardan, yitirdim bahçeleri. Ellerini tutmazsam gülüm, yakarım geceleri."

2- Akdeniz Üniversitesi'nde amfide uyuyan köpek.

Antalya'da sokakta üşüyen köpeği amfiye almışlar. İnsana bile acımayan yurdum insanı şaşırmış tabii. Şaşırmayın, benim memleletimde bütün sokak hayvanları dükkana, apartmana, iş yerine alınır soğukta, yağmurda. Siz de deneyin. Biraz vicdanınız olduğunu hissedersiniz belki.

3- Nişantaşı'nda vatandaşı yakan tinerci.

Valikonağı'nda tinerci, vatandaşın yolunu kesiyor, tiner döküp yakıyor. Yoldan geçen hıyarlar da izleyip video çekiyor. Vatandaş polise sığınana kadar birhayli yanıyor. Polis söndürüyor. Sizin vicdanınız yanmış arkadaşlar. Söndüreniniz bol olsun.

4- Pozitif olma safsatası.

Bu işin iyice cıvığını çıkardılar. Sanki üzülsek günaha girecekmişiz gibi. Her zaman pozitif olmak zorunda değilsiniz. Üzgün, kızgın, öfkeli, hayal kırıklığına uğramış, korkmuş ya da anksiyeteli hissetmeniz son derece normal. Duygulara sahip olmak sizi negatif biri yapmaz. İnsan yapar. İnsan olun. Bize insan lazım.

5- Kişisel teşekkür

Arayıp soran, mesaj atan, baş sağlığı dileyen bütün dostlara ve okurlara sonsuz teşekkürler. Ama daha büyük bir teşekkürü idefix.com'da satışa çıkan sınırlı sayıda Vurgun Yiyenler'i birkaç saat içinde tüketen okurlarım hak ediyor. Beni sevdiğiniz için teşekkürler. İmzalı kitap eylemlerimiz devam edecek. Takipte kalın.

Karın üstüne güneş doğduğunda her yer şeker kokar.

Bin bir kötü günün üstüne yaşanan ilk iyi gün gibi.

O koku unutulmaz.

O kokuyu duyacağımız, güzel günler doğsun.

Sevgiyle, huzurla, mutlulukla...

Yazının devamı...

Bitmeyen yas, kaybolan umut

"Doğrusu, yaşadığım hayata dönüp baktıkça utanç duyuyorum şimdi. Hatta, laf aramızda, öldükten sonra bu hayat yakama yapışıp benden hesap soracak mı acaba diye korkuyorum. Ne dersin, böyle bir şey olur mu sence? Yani, hayat tamamlanınca, artık ben tamamlandım diye gelip adamın karşısına dikilir mi? Belki de dikilir, nereden biliyoruz ki... Belki de, kimilerinin zebani dediği şey bizim tamamlanmış hayatımızdır... Bizi sorguya çekecek olan melekler de öyledir belki... Korkuyorum, evet... Ne yazık ki, korkuyorum." -Hasan Ali Toptaş, Uykuların Doğusu


Neredeyse 7-8 yaşımdan beri majör depresyonla savaşıyorum.

İlaç kullanmadan.

İtiraf etmem gerekir ki, son günlerdeki kadar zorlandığımı hatırlamıyorum hiç.

En çok neye üzüldüğümü bilemez bir haldeyim.

Yorgunum.

Sürekli bir uyku beni esir alıyor.

Uyandığımda her şey bitecek, geçecek diye umut ediyorum...

Bitmiyor, geçmiyor.

Her nefeste tecavüze uğruyormuşum gibi bir his bırakıyor hayat üstümde.

Gözlerimi kapatıp kendi kendimi telkin ediyorum...

Uyanacaksın diyorum, kabus bu.

Uyanıyorum.

Kabus bitmiyor.

Küçük bir çanta hazırlayıp yakınlardaki bir akıl hastanesine yerleşsem fena olmayacak gibi geliyor bazen...

Dışarısı da farksız zaten...

Hastanelerdeki dezenfektan kokusunun yerini sokaklarda barut kokusu alıyor da...

Olanları aklım almıyor.

Bu kadar kötülüğü benim küçük aklım almıyor.

Bunu hak etmek için ne yapmış olabiliriz?

Bu kadar masum insan ölmek için ne günah işlemiş olabilir?

Daha hayata henüz başlayan çocuklar, ekmeğinin peşinde koşan polisler, siviller...

Kime ne yapmış olabilir?

Neyin bedeli bu ödediğimiz?

Pimi en vicdansız olan çekiyor, olan en günahsıza oluyor.


Son bir buçuk yılda bir sürü saldırı, patlama oldu.

Bayraklar yarıda yaşamaya çalışıyoruz hayatımızı.

Yas bitmiyor.

Azıcık gülsek neşelensek, iki dakika sonra bir şey oluyor, canımızdan can gidiyor.

Her an ölebileceğimiz korkusuyla, delirmiş vaziyette tutunmaya çalışıyoruz hayata.

Karanlığın içinde yürümeye çalışıyoruz.

Gelecek o kadar belirsiz ve karanlık ki...

Yine de vazgeçmiyoruz.

O son kalan umut ışığına sarılıyoruz.

En kolay vazgeçtiğimiz şey sevmek belki de...

Sevdiklerimizi kaybetme korkusu, sevmeyi zorlaştırıyor...

Ve sevmek en zor kalem haline geliyor günlük rutinimizde.

Bağlanmak kabusa dönüşüyor.

Ölüm korkusu, sevgiden vuruyor hepimizi.

Çünkü...

Sokaklarda aşkları ölüyor insanların...

En sevdikleri ölüyor...

İçim bir de buna yanıyor.


Şuurumu kaybetmenin eşiğindeyim...

Beynimin içinde de pimi çekip bombayı patlatmış sanki biri.

Düşüncelerim sağa sola saçılmış...

Aklım can çekişiyor...

Ne düşüneceğimi bilemiyorum.

Söylenebilecek bütün sözler boş geliyor artık bana.

Sürekli kendimi tekrar ediyormuşum gibi geliyor.

Ne hissedeceğimi bilemiyorum...

Utanıyorum.

Sanki ölenlerin yerine ben ölsem, canım daha az yanacakmış gibi hissediyorum.

Sözler kafamda birikip dağ oluyor da...

İki lafı bir araya getirip içimdeki kaosu anlatamıyorum.

Kalbim kanıyor.

Kelimeler birleşip dağılıyor da, bir türlü cümlelere ulaşamıyor.

Bunca acının üstüne ne desem, ne yazsam saçmalık geliyor.

Üzgün ve yorgunum.

İçimi çekip almış sanki biri...

En çok neye üzgünüm, bilemiyorum.

Söyleyecek söz, kaçacak yer kalmadı,

Bir tek bunu biliyorum.


Son kertede,

Bugün de ölmedim...

Ve bayraklar hep yarıda, içim paramparçayken tam görünmeye çalışıyor, yaşar gibi yapıyorum.

Acı çekiyorum...

Bildiğim ne kadar beddua varsa hepsini ediyor, içimi soğutamıyorum.

Yas tutuyorum...

Bir daha kötü gün görmeyelim, canımızdan can almasınlar diye dua ediyorum.

Aklımı zor koruyorum...

Benim gibi gören, duyan, gördüklerini kalbiyle algılayan herkese akıl sağlığı diliyorum.

İyi günlerimiz olsun istiyorum...

Umut verici sözler söylemek istiyorum, her şey güzel olacak demek istiyorum... Olmuyor.

Hepimiz için hayırlısını diliyorum...

Başka ne denir bilemiyorum.


Başımız sağolsun canlar.

Bu son olsun.

Gidenlerimizin anısına, rahmetle, sevgiyle, hürmetle...

Yazının devamı...

Sana ne benim yaşımdan! sana ne?!

“Bir etki yarattınız mı bir düşman kazandınız demektir. Sevilmek için sıradan biri olmak gerek.” –Oscar Wilde, Dorian Gray’in Portresi

Madonna…

Kürk Mantolu olan değil, bildiğimiz pop kraliçesi olan Madonna.

24 yaşından beri yükselmek için ödemediği bedel kalmayan, sahip olduğu her niteliği son kırıntısına kadar kullanıp pop müziğin temel dinamiklerini yaratan Madonna.

Bugün 58 yaşında.

Ve inanılmaz fiziğiyle, kendisini örnek alarak bir yere gelen popçu kızlara meydan okuyor.

Geçenlerde bir konserinde Ariana Grande adlı mini diva adayı kızla twerk yani popo sallama dansı yaptı.

Almadığı korkunç eleştiri kalmadı.

Sanırsın babasını satırla doğramış!

Artık yaşından utanması gerektiği, kendini gencecik kızlarla yarışa sokarak rezil ettiği yazılıp çizildi dünya basınında.

Geçen gün Carpool Karaoke adlı programda da twerk yaptı Madi.

Ve Günaydın Amerika’nın sunucusu Piers Morgan, “Bana bir kova getirin midem bulanıyor” diyerek programında alaşağı etti Madonna’yı.

Neymiş?

Mide bulandırıcıymış.

Ergenliğinizde Madonna posterine bakıp rüyalanırken iyiydi ama?

Ne oluyor?

Kurt kocayınca köpeklerin maskarası mı oluyor?

Üstelik Madonna inanılmaz bir fiziğe sahip.

Benim diyen çıtırda olmayan bir formu var.

Ama yetmiyor…

İlla genç olacak.

Genç popo görmek istiyor erkekler.

Madonna anne…

Madonna artık yaşlı…

Popo sallaması rezillik kabul ediliyor.

O popo sallayanların bildikleri her şeyi Madonna’dan öğrendikleri unutularak hem de.

Kadının yaşı mesele…

Kadının poposu mesele…

Kadının ürettiği yarattığı her şey görmezden geliniyor ve güçsüz olduğu düşünüldüğü anda en zayıf yerinden vurulmaya çalışılıyor.

Hadi be!

Amerikanya çirkin bir ülke.

Sadece Trump meselesine bakmak bile gerçek Amerika’yı görmeye yetiyor.

Her sabah Amerika’da yayınlanan gazeteleri okuyor ve dehşete kapılıyorum.

El kadar çocuğuna erkek arkadaşının tecavüz etmesini izleyen anneler…

Kendi çocuğuyla sapkın ilişkiye giren babalar…

Kendi çocuğunu arabaya tıkıp ölmesini bekleyen manyaklar.

Uyuşturucuyu çekip çekip onu bunu doğrayan saykolar.

Hiç de filmlerdeki gibi görünmeyen, dünyanın ifrazatı, korkunç olaylarla dolu bir ülke.

Sağa sola özgürlük getirmeye kalkıp savaş açmaları da yetmiyor…

58 yaşındaki dünya starı kadın bir popçunun poposunu sallaması ve ahlaki değerler üzerinden ahkam kesiliyor ülkede.

Önce kendi sefaletlerine ve sonsuz cehaletlerine bir özgürlük getirseler keşke.

Mide bulandırıcı ikiyüzlülüklerine bir son verseler de sırf kadın diye birinin poposuyla uğraşmasalar.

Kardashian’ları yaratıp dünyaya pazarlayan babam sanki.

Amerikan şov dünyası değil!

Sana ne kardeşim Madonna’nın yaşından?!

Sana ne?!

Biz 70 yaşındaki pop starımız hala ilik gibi diye gururlanıyoruz…

Ajdoş twerk yapsa bayılırız mesela…

Öve öve bitiremeyiz.

Biiiiiz!

Madonna’yı da bağrımıza basarız uzun vadede.

Kürk Mantolu Madonna’yı bilmeyiz ama popçu Madonna’yı iyi biliriz biz neticede.

Evimizin kızı gibidir.

Evimizde yeri bakidir.

Buyursun gelsin, temelli kalsın.

Konuyla ilgili görüşlerinizi, maillerinizi bekliyorum.

Hayırlı hafta sonları.

Yazının devamı...

Tecavüzün sanatı olur mu?

''Sağır bir şiddet karşısında hangi söz bir anlam ifade eder ki?'' –Ursula K. Le Guin, Tehanu

Bu dünyada iyi insanların başarılı olduğunu görmedim pek.

Ortaya büyük işler çıkaranların, kabara kabara yaptıkları büyük bir kötülük üzerinde yükseldiğine hepiniz gibi defalarca şahit oldum.

Sorsanız, bunu yapmaları gerektiğini, başka şansları olmadığını, yaptıklarından üzgün olduklarını ama asla pişmanlık duymadıklarını söylerler size.

Çünkü garip bir şekilde zirveye giden yol, şeytanla tokalaşmaktan geçer bu alemde.

Bazen o kadar abartırlar ki, bu kabarma durumunu, göz göre göre hayatını mahvettikleri birinden söz ederken bile kılları kıpırdamaz.

Öyle olmuştur, çünkü öyle olması gerekmiştir onlar için.

Birinin canı yanmıştır ya da birilerinin ama sonunda büyük bir başarı kazanılmıştır.

Ve önemli olan da budur.

Başarılı olan insanlarla başarısız olan insanları birbirinden ayıran budur.

Başarılı insanların çoğu, ahlaki değerlerinin büyük bir kısmını başarıları uğruna unutarak yükselmiştir.

Başarısız görünen insanlarsa genellikle vicdanları ve ahlakları yüzünden oldukları yerde saymıştır.

Yani Yaşar Usta, fakir olduğu için onurlu değildir…

Onurlu olduğu için fakirliğe mahkum olmuştur.

En yakın arkadaşını bir koltuk için satanını gördüm…

Yükselmek için daha yüksek birine biat edenini gördüm…

Ve fakat bir film için bir kadının hayatını mahveden sonra da sinemanın babası olarak anılanını ilk defa görüyorum.

Bernardo Bertolucci’den söz ediyorum.

Pek çoğunuz gibi ben de büyük hayranıyımdır yaptığı işlerin.

1962 yılında La Commare Secca (Korkunç Orakçı) ile başladığı film kariyerinde, Marlon Brando ile 1972 yılında çektiği Ultimo Tango a Parigi (Paris’te Son Tango) ile sinemanın en büyükleri arasına girmiştir Bertolucci.

Olay tam da bu esnada cereyan ediyor işte…

Bertolucci, Paris’te Son Tango’nun başrolüne Maria Schneider adlı 19 yaşında Fransız bir kız seçiyor.

Filmin hayli cüretkar sahneleri var.

Maria bunları okuyup kabul ediyor.

Ancak durum Brando’yu kesmiyor.

Meşhur tereyağı sahnesinin çekileceği gün, Bertolucci’ye, aklındaki tecavüz sahnesini anlatıyor.

Bertolucci, eyvallah diyor ancak konudan Maria’ya söz edilmiyor.

Malum, kuşu ürkütmemek gerek.

Ve sahne çekiliyor.

Maria olacakları olay sırasında öğreniyor.

O kadar genç ki menajerini ya da avukatını aramak gelmiyor aklına.

Zaten kıza "Senin yerinde olmak isteyen kaç kişi var biliyor musun? Aptal olma!" başlıklı klasik bir vaaz da çekiyor ikili.

Sonuçta o sahnedeki çığlıkların, isyanın tamamı gerçek olarak yansıyor beyaz perdeye.

Maria, film bittikten sonra ne Brando’nun yüzüne bakıyor bir daha ne de Bertolucci’nin.

Sinema kariyeri de fazla devam edemiyor.

Çıplaklık ve sevişme gerektiren sahnelerin hiçbirinde oynamak istemiyor çünkü.

Başına gelenler ortada.

Bir süre akıl hastanesinde yatıyor.

Ve neticede 59 yaşında kanserden kaybediyor hayatını.

Ne için?

Bir film için?

Bu mesele yıllar evvel, Maria’nın konuyu anlatan bir röportaj kaydı yayınlandığında yine açılmıştı.

Ancak Brando öldüğü, Bertolucci sustuğu için çok da umursanmamıştı.

Zaten kadınlar konuştuğunda pek umursanmıyor.

Oysa geçen gün Bertolucci bir televizyon kanalına çıkıp olayın doğru olduğunu, Maria’nın o sahnedeki gerçek duygusunu, aşağılanma hissini almak istediği için, ona sahneden söz etmediğini açıkladı.

Yani Maria’nın tecavüzünün gerçek olduğunu kabul etti.

Olanlar için üzgünüm ama asla pişman değilim dedi.

Neden pişman olsun ki?

O film, Bertolucci’yi bugün bulunduğu konuma getirdi.

Ve bunun için hiçbir suçu olmayan birinin kurban edilmesi gerekiyordu…

Edildi.

Maria.

1987’de Son İmparator’la aldığı Oscar’ı bile bugün sette o tecavüz sahnesinde habersiz oynattığı Maria’ya borçlu Bertolucci.

O günden sonra almaya başladığı ve bugüne kadar aldığı tüm ödülleri de.

Evet, Brando, Maria’ya “gerçekten” tecavüz etmedi.

Ama anlamanız gerekiyor…

Bir kadının vücuduna, cinsel organlarına izinsiz dokunuyorsanız bu da tacizdir, tecavüzdür.

Burada konu sadece tecavüz de değil ne yazık ki…

Başarı uğruna her şeyi kendine hak gören zihniyet.

Her şeyi ama her şeyi…

Anlayın diye yazıyorum.

Mesele Türkiye, İtalya, Fransa meselesi değil.

Bu mesele ortak zihniyet meselesi.

Mesele hedefin uğruna üstüne basıp geçeceklerin konusunda geliştirdiğin vicdan meselesi.

Bu mesele kadının ya da erkeğin meselesi değil…

Hepimizin meselesi.

Çünkü kurbanla avcı her an yer değiştirebilir bu meselede.

Diyorum size…

Bazı şeyleri asla öğrenmek istemiyorum.

Öğrenirsem yıkılırım ya da yıkmak zorunda kalırım diye korkuyorum.

İnsan bir gerçeği öğrenince, bir şey yapması gerekiyor çünkü.

Konuyla ilgili görüşlerinizi, maillerinizi bekliyorum.

Hayırlı günler.

Yazının devamı...

Devir hiçbir özelliği olmayan insanların biri olma devri

“Biz tarihin ortanca çocuklarıyız. Bizi bir gün milyoner olacağımıza, film yıldızı, rock yıldızı olacağımıza inandıran televizyon programlarıyla büyüdük; ama bunların hiçbirini olamayacağız. Ve bu gerçek kafamıza ancak dank ediyor.” –Chuck Palahniuk, Dövüş Kulübü

Haziran ayının sonunda bir yazı yazmıştım.

“İnstagram fenomenleri, Frankenstein ve kahraman yeni dünya” diye.

Sosyal medya fenomenleri ve Mary Shelley’nin 1818’de yayınlanan romanı Frankenstein arasındaki bağlantıyla açıklamıştım meseleyi.

Demiştim ki, insan önce yaratır, sonra yarattığından bıkar, kurtulmak ister...

Bu arada yarattığı “şey” peşine düşer...

Ve sonuç, Frankenstein romanının sonu kadar hazin olur.

(Yazıyı bulup okumanızı tavsiye ederim. Tekrar etmeyeyim şimdi)

Daha geçen gün Kerimcan Durmaz’ın başına gelenler de bundan farklı değil.

“Ablan star” mottosuyla bayıla bayıla snaplerini izleyip gerçek bir star, magazin figürü haline getirdiler Kerimcan’ı.

DJ’lik yaptığı kulüpleri tıklım tıkış doldurdular.

Geceliğine on binlerce lira verip mekanlarında çıkardılar.

En ünlüler kanka olmak için sıraya girdi çocukla.

Bir selfie çektirebilmek için kırk takla atanlar oldu.

Ve sonunda fazla gelmeye başladı Kerimcan.

Popüler olan ve üretmeden kazanan her şey gibi sıkıcı oldu bir süre sonra.

Kenara atma zamanı gelince...

Program yaptığı kulübü basıp dövmeye kalktılar.

Seyirci beni seviyor diye seyirciye sığındı Kerimcan...

Ve mekanı dolduran kalabalığın öfkesiyle yüzleşti.

Beş dakika önce kendisini alkışlayanların beş dakika sonra yumrukları iniyordu Kerimcan’a.

En azından konu bize böyle aktarıldı.

Ama daha da hazini...

Kendisiyle arkadaş olmak için sıraya giren ünlüler bir bir sildiler o selfie’leri gelen tepkiler üzerine.

Öyle büyük bir tepki gelişti ki neredeyse Türkiye’deki gay nüfusunun artmasından Kerimcan’ı suçlu bulan magazin yorumcuları oldu.

Üretmeden kazandığı para mesele oldu...

Fakirleri düşünün ağlaklığıyla hem de!

Doları da Kerimcan fırlattı zaten...

Hem de ne!

Geçen gün bir video izledim...

Kerimcan nefretini töre cinayetlerine bağlayacak kadar sapıtmışı mevcut bu ülkede.

Çok satan romanları değerli bulmayan sözde edebiyat otoriteleri gibi şöhret otoritesi kesildi herkes başımıza.

Ama işin aslına bakarsak, herkes bunun peşinde değil mi?

Herkes ünlü olup üretmeden para kazanmak istiyor artık.

Yapamayınca da yapabilene deliriyorlar.

Maalesef çok yanlış bir devir durduk yere ünlü olanlara delirmek için...

Devir, hiçbir özelliği olmayan insanların ünlü olma devri.

Instagram’da, hiçbir özelliği olmayan o kadar çok insanın profili var ki yüzbinlerce kişi tarafından takip edilen.

Oyuncu Hande Erçel’e benzemesinden başka bir özelliği olmayan bir kız var mesela...

Kızı yüzbinler takip ediyor.

Yetmiyor fan sayfaları var.

Lezbiyen bir çift var...

İki kızı da yüz binler takip ediyor.

Kız çocuğuna benzeyen erkek çocukları var...

Yüzbinler takip ediyor...

Sırf güzel diye 15 yaşında bir kızı yüzbinler takip ediyor...

Onu bırak ev hanımı ablalar var, başı kapalı filan..

Milyon takipçileri var.

Ve bunların fan sayfaları var...

Hepsinin.

Evlilik programlarındaki tiplerin hepsinin korkunç sayıda, milyona yakın takipçileri var.

Fan sayfaları var.

Sadece Kısmetse Olur’dan söz etmiyorum...

Seda Sayan’ın programındakilerin bile...

Dizi oyuncuların korkunç hayranları ve takipçileri olmasına alıştık.

Hadi onlar bir şey üretiyorlar...

İt gibi setlerde sürünüyorlar.

Kaç tekrarla haftada 120 dakika dizi çekiyorlar.

Ayrıca biz milletçe televizyonda gördüğümüz her şeye tapmaya meyilliyiz.

Gördüğümüz sürece tabii...

Dizi yayından kalktığı an, bitiyor hayranlık.

Kapatılıyor hayran sayfaları.

Başka bir dizinin oyuncusuna tapılmaya başlanıyor.

Dizi oyuncularını koyalım bir kenara.

Sosyal medyadakilere ne demeli?

Diyecek bir şey yok arkadaşlar.

Televizyon kadar elinizdeki telefonlara ve sosyal medya uygulamalarına baktığınız düşünülürse, onlar da sosyal medyanın reality show ünlüleri.

Yani dizi oyuncularından çok bir farkları yok.

Bir şey üretmiyorlar, konuyla ilgili bir eğitimleri yok diyebilirsiniz ama...

Ne fark eder ki?

Size içerik sunmuyorlar mı?

Sizi oyalamıyorlar mı?

Tıpkı diziler gibi.

Fotoğraflarla, videolarla...

Kendi kendilerine izleyecek malzeme veriyorlar size.

Emek daha az olabilir.

Üretilen şey sanatsal olmayabilir...

Ama ne fark eder ki

Ne fark eder?

Bu devir tek özelliği porno kaseti olan süper yeteneksiz Kim Kardashian’ın star olduğu bir devir.

Aynı şekilde bütün ailesi, koca popoları, memeleriyle birer star...

Televizyonda başlayıp sosyal medyayı ele geçirdiler.

Türkiye’de millet kendi çapında ilgi çekiciliğiyle iş yapıyor en azından.

Hazımlı olalım.

Ne bekliyoruz ki?

Bizi kim oyalıyorsa, ona bakıyoruz, onu takip ediyoruz, onu seviyoruz...

Ona hayranlık besliyoruz.

Bunların hepsi birer trend...

Gelecek ve geçecek.

Sonunda gerçekten bir şey üretmeyen kimse kalamayacak.

Siz ne yapacaksınız?

Neden ben değil de o diyip kinlenmeyecek, elalemin çocuğunu dövmeye kalkmayacaksınız.

Becerebilirseniz o üslupta, koyun kendinizi masaya...

Yemiyorsa, susun, izlemeye devam edin.

Her zaman yaptığınız şey zaten.

Daha kritik meselelerde susarken, eliniz, diliniz en zayıf olana uzanmasın.

Yayıncılıkta bir mottomuz vardır.

İlk kitapla yüz bini geçen bir daha iflah olmaz diye.

Bakınız, olmuyor da...

Kilometre mesafesidir başarı.

Hedefinizi ona göre belirleyin.

Kısa sürede milletin eğlencesi olarak bir yere gelmek mi, uzun vadede saygınlığınızı koruyarak “biri” olmak mı?

Ve şunu asla unutmayın...

Biri olmak zorunda değilsiniz.

Ünlü olmak zorunda değilsiniz.

Kolay paranın adamı olmayın.

Çok eleştirdiğiniz insanlardan birine dönüşmek için can atmayın.

Kendinize ayıp ediyorsunuz.

Ah zamane!

Hayat bazen ne kadar da Fight Club!

Diyorum size...

Bizi illa bir şey olacağımıza inandırıp sonra da çöpün kenarına bıraktılar.

Biri gelir alır inşallah.

Amin.

BİR ŞEY:

Bukowski’ye soruyorlar, “Genç yazarlara tevsiyeleriniz neler?”

Diyor ki, “Sarhoş olun, sevişin ve bir sürü sigara için...”

“Peki” diyorlar, “Daha yaşlı yazarlara tavsiyeleriniz neler?”

Diyor ki, “Hala hayattaysanız, tavsiyeye ihtiyacınız yok.”

Bir gün babaannem bana dedi ki, “O b.ktan mesleği neden seçtin hala anlamıyorum!”

“Babaanne,” dedim “Edebiyatçıyım ben. Bundan prestijli bir meslek mi var?”

“Yaaa...” dedi. “O kadar prestijli ki tarih boyunca bütün yazarları belediye gömdü!”

Sonra da Fransız bohemlerin yaşadığı sefaletten Sabahattin Ali’nin ölümüne uzanan gereksiz bir sohbet açtı.

Hayatım, anlatsan milletin neticesiyle güleceği absürd bir komediye benziyor.

Neresinden bakarsan bak.

Aklımı nasıl koruyorum, bilmiyorum.

Maillerinizi bekliyorum.

Hayırlı günler.

Yazının devamı...

Bitmeyen aşklar senfonisi

“Kendi kırıntılarını kurtar ve eğer boğulursan, en azından sahile doğru yüzerken boğulduğunu bil.” –Ray Bradbury, Fahrenheit 451

Geçen hafta söz verdiğim gibi bir haftadır gelen mailleri tek tek okudum.

Başlı başına bir vaka olanları sizlerle paylaşarak, üzerine kalem oynattım.

Ve fakat, tüm bunların ötesinde, herkesin ortak bir derdi var.

Bitmeyen aşklar.

Kimi üniversitedeki sevgilisine dönmüş onunla yeniden denemeye çalışıyor, kimi asla olmayacağı için ayrıldığı en son sevgilisine.

Herkes, “Olmayacağını biliyorum ama denemek istiyorum” diyor.

Belki başka türlü olur diyor...

Tam da bu minvalde yüzden fazla mail ulaştı elime.

Dolayısıyla içlerinden birini burada paylaşsam diğerlerine ayıp olacak.

O halde hissettiğiniz o bitmemişlik, yarım kalmışlık duygusunun adını koyalım ilk önce...

Zeigarnik etkisi.

Evet, durumunuzun tıbbi bir tanımı da olduğuna göre konuya girelim...

Ziegarnik etkisi, Rus psikiyatr Bluma Zeigarnik tarafından saptanan bir durum.

Temel olarak, bitirilmemiş işlerin zihni bitirilmiş işlerden daha çok meşgul ettiğini ortaya koyuyor.

Yarım kalmışlık hissi, karşınızdaki kişiyi unutmanızı zorlaştıyor yani.

Şöyle bir örnek vereyim size, X adındaki uzak bir memlekette bir tatlı yediniz.

Canınız durup durup o tatlıyı çeker.

Bir dilim daha yemek için kudurursunuz.

Aynı tatlıyı yapmayı öğrenip bir iki kere kendi kendinize yapıp yediğinizdeyse, o kadar büyük bir tutku olmaktan çıkar sizin için.

Konu aşka gelince de böyle.

Bir ısırık alıp bıraktığımız ilişkilerde, devam etseydi ne olurdu sorusu sürekli beynimizi kurcalıyor.

O insanla yaşanılan küçücük anların senaryosu beyinde defalarca oynarken, şekil değiştiriyor.

Kötü anlar çıkarılıyor, masalsı bir hikayeye dönüşüyor.

Sizi ondan soğutan şeyleri yoksunluk ve yarım kalmışlık hissiyle unutuyor, iyi noktalara odaklanıyorsunuz.

Sanki hayatınızın aşkıymış gibi.

Sanki devam etse asrın aşkı olacakmış gibi.

Yaşanmamış şeylerin muhtemel senaryosu beyninizde defalarca oynarken, siz o insana daha da çok aşık olduğunuza ikna ediyorsunuz kendinizi.

Söz konusu insan evli ya da başkasıyla birlikteyse, senaryo daha da derine iniyor.

İyice ümitsizliğe kapılıyorsunuz.

Keşke şöyle olsaydı, keşke böyle olsaydı diyip diyip duruyorsunuz.

Aslında tek bilmeniz gereken, yaşadığınız şeyin aşk olmadığı.

Sadece eksik bir hikaye olduğu için kafanızı kurcalıyor o insan.

Karşınıza daha güçlü çekim duyacağınız biri çıktığında muhtemelen son bulacak bir durum sözünü ettiğiniz.

Aşk dediğiniz şey, bütün mantığınız bangır bangır hayır derken, bedeninizin o insanı ölümüne istemesinden başka bir şey değildir.

Zannettiğiniz kadar aşık olsaydınız bırakıp gidemezdiniz.

Karşınızdaki size aşık olsaydı bırakıp gidemezdi.

Aşkın olduğu yerde kimse basıp gitmez çünkü.

Emin olabilirsiniz.

Keşkeleri bir kenara atın şimdi...

İyi haber, öyle de olsaydı böyle de olsaydı sonuç değişmeyecekti.

Zaten elinizden geleni yapmışsınız.

Elinizden gelen oymuş.

Fazlasını da yapsanız olmayacaktı.

Çünkü olmuyorsa olmuyor.

70 kere de deneseniz, 100 kere de, olmuyor.

Denenmişi var.

GEÇEN HAFTADAN KALAN 5 ŞEY

1- SOKRATES PUB:

Geçen hafta okurun teki bana çemkirik attırmış, Nişantaşı’nda mantar gibi türeyen, sokakları işgal eden yerleri yazıp duruyorsun, milleti mahalleye dolduruyorsun diye... Ben yine de hesabımı ödeyerek gittiğim ve sevdiğim yerleri yazacağım. Kimse kusura bakmasın. Geçen ay Teşvikiye’de açılan Sokrates’e uğradım bu hafta. dekorasyonu çok güzel olmuş. Sunumlar çok özenli. Ama daha da güzeli, servis elemanlarının ilgisi ve nezaketi. Kendinizi o kadar rahat ve şehrin kaosundan uzakta hissettiriyor ki, mahallenin en yenisi ve en güzeli şu anda. Daha şimdiden oturmak için masaların kalkmasını beklemek zorunda kalıyorsunuz. Öyle de iyi iş yapıyor. Tebrikler. Ancak buradan Şişli Belediyesi’ne de iki çift lafım var. Önce işgaliye alıp mekanların önlerine kışlık sigara içme alanı yapmalarına izin verdiniz, sonra da kaldırın bunları buradan dediniz. Gerekçe? Araba park edecekmiş. Nişantaşı burası. Sokakta park halinde yeterince araba var zaten. Sigara içenleri bu soğukta kapı önlerinde veremden geberterek öldürmeyi mi planlıyorsunuz Sayın Hayri İnönü? Mahalleli olarak Teşvikiye’den kaldırımdan kaldırttığınız masaları yerine koydurmanızı rica ediyoruz. Şimdiden teşekkürler.

2- TEMA GECESİ:

Oyuncuların şarkı söyledikleri özel bir gece yaptı Tema çocuklar yararına. NTV de canlı yayınladı geceyi. SMS’lerle bağışlar toplandı. Çok şükür ki hedeflenen para da bir araya getirilmiş. Yalnız bir küçük ricam var, seneye şarkı söyleyebilen oyuncular katılsın bu geceye. Pek çok performans dinlenmeyecek kadar fenaydı. Sanırım yayına gelen sesi de farklı vermişler. Ortaya sonuçları açısından hüzünlü bir iş çıktı. Bu kadar iyi niyetli işlerde bir gıdım daha özen bekliyoruz.

3- VICTORIA’S SECRET DEFİLESİ

Gavur yine yapmış yapacağını. Paris’te düzenlenen defile gerek melekleri gerekse sahne şovlarıyla yine muhteşemdi. Bruno Mars’lı, Lady Gaga’lı, The Weekend’li şova, bu kez Bella Hadid damgasını vurdu. Beş yıl önce Adam Lavine’in o dönemki kız arkadaşı olan meleği sahnede öpmesi nasıl olay olduysa öyle hem de. Bella ve The Weekend henüz ayrıldılar. Bella sahneden öyle havalı bir geçiş yaptı ki, tam olarak “Kaybettiğin insana dön de bir bak derim” anı yaşattı izleyenlere. İnternette caps furyası aldı başını yürüdü tabii. Hala bakıp bakıp gülüyorum ben de. İzlemeyen varsa Youtube’dan bulup izlesin.

4- EVLENECEKSEN GEL

Her ev yazarı gibi ben de gündüz kuşağına maruz kalıyorum. Esra Erol’undan Zuhal Topal’ına her birinden haberim var. Ama favorim Seda Sayan’lı Evleneceksen Gel. Öyle bir cast yapmışlar ki gülmekten ağlıyorum. Solmaz diye İzmirli Roman kızı var bir tane... Kız dansı ve talipleri arasında kalıyor. Oğlanlar bunun göbek atmasına laf ettikçe “Aman bir ecalim var...” diyerek göbek atmaya başlıyor. Sonra bir tane tuhaf makyajlı emekli polis Filiz var... Allah günah yazmasın her gelene golf biliyor musun diye soruyor. Sanırsın Tüsiad eski başkanının karısıymış da adam ölmüş bu kızıyla ortada kalmış... Muhteşem! Küçük Emrah’ın bir türlü kabul etmediği, ettikten sonra da kabullenemediği oğlu Tayfun da programda kısmetini arıyor. Annesi, beğendiği kızı istemiyor. Gerekçe basit. Tayfun’un evlenmek istediği kız evlenip boşanmış ve bir çocuğu var. Şimdi ne denir ki? Ablacığım sen evlenmeden çocuk yaptın yıllarca babalık hakkını aradın, elin kızına evlenip boşandı çocuğu var diye nasıl laf ediyorsun denmez mi? Denir elbet de... Yine dememiş olalım biz. Oxford’da okuduğunu iddia eden Azeri bir kız var. 30 yaşında, 21 yaşında çocukla evlenmeye kalkıyor... Bana tek taş almadı, orta yerde dans ediyor diye nişan atıyor... Daha neler neler. Akıl sağlığınız el verirse arada bir bakın. Gülmek eğlenmek için birebir. Ev kadınlarının kafası nasıl yanıyor, kendilerini nasıl sunuma veriyorlar anladım ben... Tövbe laf etmem daha kimseye. Aman bir ecalim var... Acıyor mu, kremini sür! Yaşa be Solmaz! Oyna be Solmaz! Kıskananlar çatlasın! Oyum Solmaz'a!

5- 117 YAŞINDAKİ KADININ UZUN YAŞAM SIRRI

Hala içkisini içen Emma Morano, 29 Kasımda 117 yaşına girdi. Söylediğine göre uzun yaşamasının tek sırrı bekar olması. 1938 yılında kocasından boşanan Emma, “Bir erkek tarafından domine edilmeye ihtiyacım yok” diye açıklama yapmış. Kocası ona şiddet uyguluyormuş ve sürekli hakaret ediyormuş. Doktorlar bile Emma’nın hiçbir takviye almadan bu yaşına nasıl geldiği konusunda şaşkın. Oysa Emma kendinden emin... Bekar kaldığım için uzun yaşadım diyor. Gerçekten bazı erkekler insanın ömrünü yiyor. Orası kesin. Bekar kalın demeyeceğim ama... Ruhunuza iyi gelmeyen, enerjinizi emen kimseyi uzun süre etrafınızda barındırmayın. Alın size ölümsüzlük sırrı.

Canın mı acıdı, kremini sür!

Haydi hayırlı pazarlar canlar.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.