Seyahat arkadaşım Prof. Dr. Tarık Terzioğlu “Nasıl, beğendin mi?” sorumu çok yerinde bir şehir tanımıyla cevapladı: “Şehirler yaşadığımız yerler, kullandığımız, daha doğrusu birlikte olduğumuz, cansız gibi bildiğimiz varlıklar. Ama aslında Berlin’de gördüğümüz gibi canlılar. Bizimle yaşarlar, bizimle oynarlar, oynaşırlar.”
Berlin kadar görmüş, geçirmiş, “yaşamış” az şehir vardır. Prusya’nın 19. yüzyılda kuvvetlenmesi ve batıya doğru genişlemesiyle Avrupa’nın bu yeni gücünün başkenti Berlin bir anda önem kazandı. 1871 yılında Prusya’nın önderliğinde Alman birliği kurulunca yeni Almanya’nın başkenti olan Berlin, Avrupa’nın en önemli şehirleri arasında yerini aldı. İki savaş arasında Nazilerin görkemli başkenti görevini üstlenen Berlin İkinci Dünya Savaşı’nda tamamen yıkıldı. 45 yılını utanç duvarı ile bölünmüş bir şekilde geçiren Berlin şimdi yine Birleşik Almanya’nın başkenti.
Berlin’in can damarı Avrupa’nın en güzel bulvarlarından Unter den Linden’dir. Sadece kendi değil, adı da çok güzel bir bulvardır, “ıhlamurların altında” anlamına gelir. İki tarafında uzanan ıhlamur ağaçları, ilkbaharda muhteşem bir tablo misali önünüze serilir. Unter den Linden, ünlü Brandenburg kapısından müzelerin bulunduğu Spree nehrindeki Museumsinsel, yani “müze adası”na kadar uzanır. Tam ortalarında onu kesen Friedrichstrasse, şehrin alışveriş caddesidir. Birkaç sokak daha ilerleyince iki tarafında birer kubbeli kilise bulunan Gendarmenmarkt meydanına gelinir. Buradaki Lutter & Wegner, 1811 yılında kurulmuş bir yemek tapınağıdır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında harabelerin arasında bile yıkılmış restoranın önündeki kaldırıma beyaz örtülerle kaplı masalar koyup servise devam etmiş, Berlinlilere hayatın devam ettiği dersini vermeye çalışmış bir müessese.
Lutter & Wegner’in asıl restoranının yanındaki duvarları tavana kadar şarap rafları ile kaplı bölüm, nefis bir şarküteri tabağı eşliğinde, bir Riesling içerek öğle yemeğini geçiştirmek için ideal. Gendarmenmarkt’ın öbür ucundaki Borchard ise tam bir brasserie. Her daim dolu, haftalar öncesi yaptıracağınız rezervasyon bile ana salonda oturmak için yeterli olmayabiliyor. Burası bir zamanlar Gerhard Schröder’in, favori restoranı olduğu gibi, şimdilerde de Angela Merkel’in sık sık yemek yediği bir yer. Ama Borchard’da başbakana bile neredeyse normal bir müşteri gibi davranılıyor, Merkel’in kuaförü bile çabuk davranıp Borchard’a başbakandan önce gittiği zaman ikisinin de en sevdiği masayı kapabiliyor.
SOSİS VE BİRA
Aigner, Gendarmenmarkt’ta gitmeniz gereken üçüncü restoran. Biraz daha uzaklaşmak, ama hâlâ şehir merkezinde kalmak isterseniz eski bir bira fabrikasından restorana çevrilmiş olan Maxwell’de şef Uwe Popall’in iddialı yemeklerini deneyebilirsiniz. Gece hayatında oldukça iddialı olan Berlin’de çoğu bar hayal kırıklığı yaratırken gene Gendarmenmarkt’taki Newton Bar kısa süreli kalışlarda kısa süreli müdavimlikler yaratacak hoş bir mekan. Almanya’ya gitmişken sadece iyi restoranlarda yemek yemekle kalmamak gerekir. Almanya’da neredeyse her şehrin kendi birası olduğu gibi, kendi sosisi de vardır. Berlinliler Berliner Weisse buğday birası içip, Currywurst adını verdikleri sosisi yerler. Şehrin her yerindeki sokak satıcılarından Currywurst yemek mümkündür. Ama iyi bir Berliner Weisse eşliğinde lezzetli bir sosis ne kadar şık servis edilir diye görmek istiyorsanız, Brandenburg kapısının hemen yanındaki Tucher’e gitmeniz gerekir. Almanya’nın her şehrinin ana meydanında olduğu gibi Berlin’de de Unter den Linden’de operanın önündeki küçük meydanda Christkindlmarkt, yani noel pazarı kurulur. Rengarenk standlardan hediyelik eşyalar alabileceğiniz gibi sosis yiyebilir, kış soğuğundan ürperen vücudunuzu Glühwein, yani sıcak şarap içerek ısıtabilirsiniz. Christkindlmarkt’da Glühwein içmek neredeyse 300 yıllık bir gelenektir ve insanların 300 yıldır yapmaya devam ettikleri şey de yanlış olamaz.
BERGAMA’DAN BERLİN’E
Berlin bir müzeler şehri, hatta adından da anlaşıldığı gibi sadece müzelerin bulunduğu bir adası bile var. Ama Museumsinsel’e gitmeden mutlaka görülmesi gereken bir müze Unter den Linden, üzerindeki son bina Deutsches Historisches Museum. Burada Almanya’nın tarihi Romalılar zamanından bu yana o kadar akıcı bir şekilde sergileniyor ki, Tarık Terzioğlu’yla “Neden bizim tarihimizi böyle anlatan bir müzemiz yok?”diye hayıflanıyoruz. Hayıflanmamız Museumsinsel’deki Pergamonmuseum’da moral bozukluğuna dönüşüyor. Burada 19. yüzyılda Bergama’dan sökülüp parça parça Berlin’e getirilen tapınağı bütün ihtişamıyla görmek mümkün. Bir yandaki salonda bulunan Milet’in Pazar kapısı ise Bergama tapınağından bile daha yüksek, daha görkemli. Alman rehberler gezdirdikleri turistlere Osmanlı Sultanı’nın arkeolojiye olan ilgisizliğinden bütün bunları Alman Kayserine nasıl hediye ettiğini anlatıyorlar. Müzede bu defa şehir yerine tarih bizimle oynaşmaya başlıyor.
300 yıllık bir gelenek: GLÜHWEIN
Glühwein, yani sıcak şarap, aslında 300 yıllık bir gelenek. Eskiden şarap ateşe sokulmuş bir demirle karıştırılıp ısıtılırdı. Hâlâ önemli olan ise şarabı asla kaynatmadan ısıtmak. Bir büyük şişe şarabın içine iki adet tarçın çubuğu, biraz karanfil, portakal kabuğu, ikişer adet dilimlenmiş portakal ve limon, beş çorba kaşığı şeker ve iki, isterseniz üç kaşık Cointreau veya Grand Marnier gibi portakal likörü. Şeker çözülene kadar ısıtıldıktan sonra 20 dakika kadar kaynamadan ısıtılmaya devam edilmeli. Servis sıcaklığı çay veya kahve kadar sıcak da, ılık da olmamalı.
Şehirler de yaşar, tıpkı Berlin gibi...
Berlin’de güzel bir hafta sonu geçirmiş, dönüş yolundaydık...
Haberin Devamı