Kent, adalara gemi ve deniz otobüslerinin kalktığı Pire limanına yedi kilometre mesafede kurulmuş. Kuru ve poyrazlı yazları, eksi derecelere pek inmeyen kışlarıyla güzel bir iklimi var. Bu da dışadönük bir kent yaşamı ve mimarisine izin vermiş. Trafik tıkanıklığı olsa da toplu ulaşım oldukça iyi, havaalanı ve Pire’ye metroyla gidilebiliyor. Nereden başlamak lazım Atina’yı anlatmaya? Tabii ki Akropolis’ten. Nereye giderseniz gidin daima bir yerlerden karşınıza çıkan Akropolis ve üzerine kurulduğu tepe, Atina’nın sadece simgesi değil, aynı zamanda varlık nedeni. Mekânlar, onu nereden ve nasıl gördüğüne göre anlam kazanıyor.
Eski antik kent üzerinde duran Atina’nın her yeri, antik Yunan, Roma, Bizans ve Osmanlı dönemlerinden kalma kalıntı ve binalarla dolu. Bu tarihi yerler, etrafı çevrilmiş bir halde duruyorlar. Sanki çocuk oyunlarında üzerinden atlanılması gereken, basılınca da yanılan yerler gibi. Bu tuhaf durum, şehri, adeta bu tarih adacıklarıyla nasıl ilişkileneceğini bilemez, hayatını onlara rağmen devam ettiriyor bir halde gibi gösteriyor. Akropolis ne kadar merkezi ve kentin hayatını belirleyen bir konumdaysa tarihi bölgeler de o kadar ayrık ve dikkatten uzak. Şöyle bir bakıp yanlarından geçiyor insan.
Gece hayatı çok hareketli
Akropolis’in eteklerinde bir gezinti yapar da zamanında Anafiotika’ya giderseniz değil metropol, kentten de geriye bir şey kalmıyor. Şehrin tam göbeğindeki, Anafi adasından gelenlerin kendilerine mekân edindiği bu yer, küçük evler ve boş arazilerden oluşan sevimli bir köy adeta. Ve tabii ardından, hava kararmaya başladıysa Plaka’ya gitmek gerekiyor. Atina’nın gece hayatının adresi olan bu yerde birbirinden güzel kafe ve restoranlar, merdivenler üzerine yerleşmişler. Günün yorgunu yabancıya “ev” duygusu veriyorlar.
Ekonomik kriz yıpratamamış
İstanbul’un heterojen yapısından sonra Atina insana homojen geliyor. Ne taşra-kent ayrımı göze çarpıyor ne de çok farklı dünyaların ve zamanların insanlarının birlikteliği. Geçirdikleri büyük ekonomik krizin herkesi zorladığı ortada, ama metro trenlerinde bu kriz kendini size bir depresyon hali olarak göstermiyor. Eğer zamanınız artar veya biraz da sanat-kültür ortamına göz atmak isterseniz Benaki Müzesi’nde Türkiye’den sanatçıların da katıldığı bir sergiyi önerece: Home/s. “Ev” ve “yurt” kavramları üzerine düşündürten bu serginin dışında da bu müzeyi ıskalamayın. (www.benaki.gr)
Türk ve Yunan kültürü birbirine çok benziyor
Yunanlılar eğlenmesini iyi bilen bir halk, insan imreniyor doğrusu. Neşe var ama taşkınlık yok. Kadınıyla erkeğiyle çok güzel dans ediyor, akşamı da başladıkları volüm düzeyinde bitiriyorlar. Bizdeki adıyla sirtaki, onların deyişiyle zeybeki ölüm-kalım, varlık-yokluk arasında salınan çok etkileyici bir dans. Dans eden gençlerde genelde figür zenginliği oluyor, ancak yaşlılar az sayıda figürlü ama içini hayatlarıyla doldurdukları danslarıyla insanın tüylerini diken diken edip hayran bırakıyorlar. Ve Türk ve Yunan kültürlerinin, özellikle de mutfaklarının birbirine çok benzemesi hiçbir kültür şoku yaşamayacağınız anlamına gelmiyor: favayı sıcak yiyorlar ve kızarmış köftenin üzerine de limon sıkıyorlar. Ayrıca saat dokuzdan önce kimse yemeğe gitmiyor.