Hayatın kucağıma bıraktığı acı, bu sefer gerçekten hayat kadar büyük olanlardandı..
Ama içimden bir ses sürekli bu acıdan daha büyük hediyen var diyordu sanki...
Bir yazı, bir fotoğraf, bir anı, hep bunu söylüyordu... Ölümün bile değiştiremeyeceği bir hediye ile doğmuştum ben...
Kazancım kaybettiğimden büyüktü...
Ben Çetin Altan’ın torunuydum...
Çetin Altan benim dedemdi...
Hayatın en sert gerçeğinin bile yenemeyeceği bir hediyeydi bu.
***
“Eğer Çetin Altan’ın torunuysanız talih şüphe duyacağınız bir şey değildir sanırım...
Siz ancak talihin varlığına inanabilirsiniz.
Talih sizi seçmiştir... Size, hiçbir zaman onlar kadar iyi anlatamayacağız ama onların bile sahip olmadığı bir hikâye vermiştir...
Hayran olduğunuz babanız, babasına hayran bir çocuktur...
Benim dedem Çetin Altan...
Talih bana, ailemin bile sahip olmadığı bir hikâye verdi.
İnsan bazen talihten değil ama bu armağan karşısında kendisinden kuşku duyuyor... İnsan böyle bir hikâyeye ne yapsa layık olabilir ki...” diye yazmıştım dedemi anlattığım bir yazıda...
***
Talih beni seçmişti gerçekten...
88’inde bir dede her zaman Çetin Altan olmuyordu çünkü... Hayatın neredeyse tüm gerçeklerini reddeden bir ülkeye gerçekleri gösterebilmek için tek başına dövüşen bir yazar da dedeniz olmuyordu çoğu zaman...
“Bıkıp usanmadan anlatırdı: Var olmanın ne demek olduğunu, beyinsel süzgeçlerden geçmeyen bir yaşamın nasıl yok olacağını, yalan söylemeye ihtiyaç duymadığın bir hayat kurmanın gerçek başarı olacağını, parayı kazanırken aldığın hazzın onu harcarkenkinden daha fazla olmasının mutluluk hanesine yazılacağını, mekanı ve zamanı kullanmayı, bugün beni ben yapan her şeyi işte...
Var olmamı istiyordu... İnatla istiyordu bunu. Bütün çocuklarından istediği gibi benden de istiyordu.
Ama sonraları anladım ki yirmibeş bin köşe yazısı, altmış kitap, dört roman, dokuz piyes yazan bir yazı çılgını olarak o, bunu sadece benden değil bütün hayattan istiyordu.
Sanırım bu muhteşem ve belki de korkunç talep onu bizden, bildiğimiz herkesten ayırıp Çetin Altan yapıyordu. Başkalarını biçimlendiren hayatı, o biçimlendirmek istiyordu. Ve bunu da bedellerini ödeyerek yapıyordu.”
Bunu da bir başka yazıda anlatmıştım...
***
Bugün bir yazı daha yazıyorum...
Dedemin bir röportajda “siz kimi ciddiye alırsınız” diye sorduklarında, aslında bir yazara bu sorunun sorulmasına kızarak “benim ciddiye aldığım tek şey boş bir beyaz kağıttır” demesi içimde çınlıyor...,
Yazılması benim için çok güç bir yazıyı ona layık olma çabasıyla yazmaya çalışıyorum şimdi...
Ve aklımdan tek şey geçiyor gözyaşlarım dökülürken, acımın aynı zamanda büyük bir hediyem olduğu...
***
Çetin Altan yok… Dedem yok artık.
Onu babaannemin yanına bıraktık, sonsuz bir yolculuğa çıktı şimdi.
Bir hayatı, bedelini ödeyerek yaşadı.
Boş bir beyaz kağıdı her şeyden daha fazla ciddiye aldı. O kağıtlardan binlercesini, unutulmayacak cümlelerle doldurdu.
Konuştu, anlattı, mücadele etti.
Mizah gücünü, en zor zamanlarda bile yitirmedi. Hastalığının son günlerinde bile
o muzip gülümsemesinden vazgeçmedi.
***
Bana öyle büyük bir armağan verdi ki kendisi kaybolduğunda bile o armağan orada duruyor.
Şimdi Tek bir fark var...o armağanın varlığını büyük bir acıyla hissetmem.
***
Derin bir kederle yaralandım…
Belki de hiç iyileşmeyecek bir yara.
Armağan ne kadar büyükse, acı da o kadar büyük oluyor.
Ama hiçbir şey, hiçbir yara, hiçbir acı, hiçbir ölüm, şu gurur dolu cümleyi benden alamayacak:
“Ben Çetin Altan’ın torunuyum.”
Ben, hayatta beyaz boş bir kağıttan başka hiçbir şeyi ciddiye almayan, hayatını o kağıtları doldurmakla geçiren, ölüm geldiğinde bile gülümsemeyi bilen bir adamın torunuyum.
Bu acıyla ve bu gururla yaşayacağım bundan sonrasını...