AKP Lideri Erdoğan’ın kampanya boyunca neden BDP’ye aşırı yüklenmiş olduğunun seçim sonuçlarıyla birlikte ortaya çıktığı kanısındayım. Erdoğan, yaptırdığı anketlerden hareketle Meclis’e girecek BDP destekli bağımsız milletvekili sayısının 30’u aşacağını, diğer bir deyişle 12 Haziran’daki en dişli rakibin BDP olacağını öğrenmiş ve bunu engellemeye çalışmış olmalı. Eğer böyleyse pek başarılı olabildiği söylenemez zira BDP’liler neredeyse kendi tahminlerinin üst sınırına yaklaşıp toplam 36 milletvekili kazandılar.
Sonuçların belli olmasının hemen ardından kaleme aldığımız dünkü yazımızda, BDP’nin milletvekili sayısını nerdeyse MHP’nin kaybettiği kadar artırmış olmasının siyasete, özellikle de Kürt sorununa muhtemel etkilerini; yeni durumun sunduğu fırsatlar ve yarattığı riskleri hızlı bir şekilde ele almıştık. Bugün bu risklerden birini mercek altına almak istiyorum. O da AKP’nin tek ciddi rakibinin BDP, daha doğru deyişiyle Kürt siyasi hareketi olduğunun net bir şekilde anlaşılmasıdır. Refah Partisi’nin yükseliş yıllarında karşısına önce merkez sağ ittifakı (ANAP-DYP) çıkarılmak istenmiş, bu yürümeyince merkez sol ile merkez sağ ittifakına bel bağlanmış ve nihayet DSP-MHP-ANAP gibi üç benzemez bir partinin koalisyonu bir faciayla sonuçlanınca yerini tek başına AKP iktidarına bırakmıştı.
AKP’nin merkez sağ diye bilinen partileri kısa sürede eritmesi üzerine, onun yükselişini durdurmak için CHP ile MHP’nin biraraya getirilmesi yolunda nice girişim tasarlandı ama hayata geçirilemedi. Bu arada yine AKP’yi elimine etmek için tezgahlandığı ileri sürülen askeri darbelerin ve 27 Nisan gibi e-muhtıraların da sonuçsuz kaldığını biliyoruz. 12 Haziran seçimleri bize, bir türlü gerçekleşmeyen CHP-MHP koalisyonunun aritmetik olarak bile mümkün olmadığını gösterdiğine göre geriye bir tek sandıkta beklenmedik bir patlama yaratan BDP kalıyor.
Ucuzluğa kaçmadan
Aslında bu durum normal şartlarda bir “risk” değil de bir “fırsat” olarak görülebilir, görülmeli. Fakat bazı iç ve dış odakların Kürt siyasi hareketinin, AKP iktidarını destabilize edebilecek en azından şu an için- yegane güç olduğu gerçeğinden hareketle buna yatırım yapması halinde durum değişiyor. Hele Kürt hareketi içinden bazı kişi ve çevrelerin bu tür bir hesaba ses çıkarmaması, hatta söz konusu “yatırımcılar”la işbirliğine gitmesi halinde ortaya “risk”ten öte bir “tehlike” durumu çıkar.
Kastamonu saldırısının ardından 5 Mayıs’ta kaleme aldığım “PKK-Ergenekon ilişkisi” başlıklı yazıda “PKK’yı, buradan hareketle Kürt siyasi hareketini ve nihayet ülkemizdeki Kürt milliyetçiliği olgusunu daha iyi anlayabilmek için PKK’nın gündemi beli rlediği her olayın ardında bir ‘Ergenekon parmağı’ arama ucuzluğundan uzak durmak ve bu tavırla mücadele etmek şart. ‘Ucuzluk’ diyorum çünkü bu tür analizleri yapmak çok ama çok kolay ve doğal olarak hiçbir kullanım değeri de yok” diye yazmış biri olarak benzer bir ucuzluğa gidecek değilim.
Fakat aynı yazıda “dünyanın hiçbir yerinde, PKK gibi geniş bir kitle tabanına yaslanan ve onlarca yıl varlığını etkili bir şekilde sürdüren bir örgüt, onun bu tür odaklarla ilişkisi ya da ilişkisizliğiyle anlaşılamaz ve anlatılamaz” şerhini düşmekle birlikte şu cümleyi de kurmuştum: “Ortadoğu gibi bir coğrafyada yıllarca varkalmayı bilmiş bir silahlı örgütün, gerek kendi ülkesindeki, gerekse yabancı birtakım güç odaklarından bütünüyle bağımsız olması kesinlikle mümkün değildir. Yine aynı şekilde, bu odakların dönem dönem böyle bir örgütü kendi çıkarları için kullanıyor olmaları da şaşırtıcı değildir.”
Karanlık odaklar
Başlığa da çıkardığım gibi, bir “yakın tehlike” ihtimalinin altını çizmek istiyorum. Türkiye’de kıran kırana bir iktidar mücadelesi yaşanıyor ve her ne kadar “ülkenin bölünmez bütünlüğü”nü kendilerine şiar edinmiş olsalar da ellerindeki tüm silahları teker teker yitirmenin telaş ve öfkesiyle, “düşmanımın düşmanı dostumdur” mantığıyla Kürt siyasi hareketine ellerinden gelen desteği vermeye hazır kişilerin varlığı hayli ürkütücü.
Normalde bu tehlikenin önünü almak çok da zor olmayabilirdi. AKP hükümeti, Kürt sorununun çözümü için Kürt siyasi hareketini muhatap alsa, bu sürece CHP başta olmak üzere muhalefeti ve sivil toplum kuruluşlarını katmak için elinden geleni yapsa komplo sevdalıları pekala avuçlarını yalardı. Ne var ki AKP içinde böylesi bir yaklaşım yerine Kürt siyasi hareketini zaten bu tür odakların “taşeronu” olarak görmek eğilimi daha baskın. Hal böyle olunca tıpkı son kampanyada Erdoğan’ın yaptığı gibi Kürt siyasi hareketine son derece sert eleştiriler yöneltilip aradaki tüm köprüler teker teker yıkılıyor ve söz konusu hareket içinde AKP alerjisi, hatta düşmanlığı giderek yayılıyor.
Şimdi soru şu: Başbakan Erdoğan, son balkon konuşmasında vaat ettiği gibi, kampanya döneminin kavgalarını geride bırakıp Kürt hareketiyle de beyaz bir sayfa mı açacak, yoksa bu hareketi, isabetli bir şekilde “karanlık” diye tanımladığı odaklara doğru itmeye devam mı edecek?
Yakın tehlike
Haberin Devamı