Başlığa çıkarttığım soru, Türkiye’yi yakından tanıyan Avrupalı bir siyasetçiye ait. Birçoklarımız gibi o da yedisi BDP’nin desteklediği 12 adaya YSK’nın vize vermemesi nedeniyle şoke olmuş; BDP’lilerin bu olayı bir tür “AKP komplosu” olarak görmesi ve göstermesineyse şaşırmış. Şu sözler de onun: “Bu tür yasakların Türkiye’nin ve iktidar partisinin imajına düşüreceği gölgeleri görmemiş olabilirler mi? Kürt sorununu çözme niyetinden vazgeçmiş olabilirler mi?”
YSK vetolarının BDP ve destekçileri arasında yaratmış olduğu infiali ve buna bağlı olarak gösterdikleri öfkeli tepkileri anlamak mümkün. Düşünsenize, YSK binlerce aday içerisinden, o kadar kısa zamanda 12 kişiyi ayıklıyor ve bunların 7’si BDP, 5’iyse ESP adlı radikal sol bir partinin desteklediği isimler. Üstelik bunların ikisi halen milletvekili. YSK’nın müthiş bir performansla Kışanak’ın kızlık soyadından iz sürmüş olması, yapılanların basit bir “yargısal işlem” olmayabileceğini akıllara getiriyor.
Kazanç bunun neresinde?
Fakat olup bitenleri olabildiğince serinkanlı incelemekte fayda var. Örneğin başlıktaki soruyla başlayacak olursak, AKP’liler bu veto sayesinde, BDP’lilerin “yedek” aday göstermediği Mersin ve Siirt başta olmak üzere en fazla 2-3 milletvekili daha kazanabilirler; yani bu noktada pek bir “kazanç” gözükmüyor.
Peki hükümet Leyla Zana, Hatip Dicle, Ertuğrul Kürkçü, Sebahat Tuncel, Gültan Kışanak gibi isimlerin TBMM’de olmamasını arzulamış olabilir mi? Mümkündür mümkün olmasına ama hiç de akıl kârı değildir. Zira zamanında milletvekilliği, yasama-yargı-yürütme işbirliğiyle gasp edilmiş olan Zana’nın yıllar sonra TBMM’ye dönmesi, Kızıldere’den sağ çıkan tek isim olan Kürkçü’nün milletvekili olması demokrasimiz için çok olumlu gelişmeler olacaktı. YSK vetolarıyla bu fırsatları torpillemiştir. Önüne “ileri demokrasi” hedefi koymuş olan bir hükümetin, siyasete bu türden yargı müdahalelerine yeşil ışık yakmış olması (ki Erdoğan ve arkadaşlarının siyasi serüvenlerinin önemli bir bölümü yargıyla mücadeleyle geçmiştir) bana çok gerçekçi gelmiyor.
Öcalan’ın tavrı
Buradan 12 Haziran sonrası Kürt sorununun geleceği konusuna atlayabiliriz. Önce AKP’nin Güneydoğu’dan son derece düşük profilli adaylar göstermiş olduğunu gördük. Ardından Başbakan Erdoğan Kürt sorununun varlığına reddeder sözler sarf etti. Bütün bunlardan hareketle AKP’nin 13 Haziran’dan itibaren Kürt sorununda yeni tür bir “inkar ve asimilasyon” politikası izleyebileceği yolunda hatırı sayılır ölçüde yorum yapıldı. Bu tür değerlendirmeleri çok erken buluyorum. Eğer Erdoğan yine tek başına iktidara gelir ve Kürt sorunu yokmuş gibi davranırsa kendi bindiği dalı kesmiş olur.
Tam tersine 13 Haziran’la birlikte Kürt sorununun çözümü noktasında yeni ve pozitif bir sürecin başlamasını daha fazla imkan dahilinde görüyorum. Yeni sürecin şekillenmesinde seçimler de etkili olacaktır fakat belirleyici unsur Öcalan’la sürdürülen görüşmeler olacaktır. Dolayısıyla, BDP’lilerin veto edilmelerinin ardında bir “hükümet komplosu”ndan ziyade, başlaması muhtemel bu yeni süreci sabote etme niyetlerinin yatmasını daha kuvvetli bir ihtimal olarak görüyorum.
Bakalım Öcalan, cuma günü Aysel Tuğluk’un da dahil olduğu avukatlarına neler söyleyecek. Öcalan’ın devletle süren görüşmelerin gölgelenmesini istemeyeceğini, bu yüzden seçimlerin boykot edilmesine karşı çıkacağını düşünüyorum. Çünkü o da, şartlar ne olursa olsun TBMM’de bir BDP grubunun bulunmasının, eğer yeni bir süreç başlayacaksa, bunun “olmazsa olmaz”ı olduğunu herhalde kavrıyordur.
Son olarak, eğer Erdoğan BDP’nin boykotunu istemiyorsa, bu partinin tabanı nezdinde elinin güçlenmesine yardımcı olmalı ve YSK kararlarına karşı bir şeyler yapmaya çabalamalıdır. Bunu yapmaz ve “Bizim alakamız yok, yargının işi” demekle yetinirse “hükümet komplosu” teorilerini güçlendirmiş olur.
'Vetolar hükümetin işine nasıl yarayabilir?'
Haberin Devamı