Ortaya çıktığı andan itibaren PKK’nın bağımsız bir varlık değil taşeron bir örgüt olduğu söylenir. İlginç olan, PKK’yı böyle niteleyen kişi ve kesimlerin, Türkiye ve bölgedeki gelişmelere paralel olarak sürekli değişmesidir. Buna bağlı olarak PKK’nın “kimin adına” hareket ettiği sorusuna da değişik zamanlarda değişik cevaplar verilir. ABD, İsrail, dağılan Sovyetler Birliği, yerine kalan Rusya, Saddam Hüseyin dönemi Irak, şimdiyse Kuzey Irak’taki Kürt yönetimi, Suriye, İran ve şu an aklıma gelmeyen nice ülke ve esas olarak da bunların gizli servisleri, dönem dönem “PKK’nın ardındaki gerçek güç” olarak görüldü, gösterildi. Tabii bu arada Türkiye’nin içindeki bazı odakların PKK’yı kurduğu ve/veya kontrolü altında tuttuğu da sıklıkla dile getirildi. Son olarak PKK’nın Ergenekon yapılanmasının doğrudan ürünü olduğu yolunda iddialar öne çıkıyor. Öyle ki PKK’ya atfedilen eylemlerin bazılarının doğrudan Ergenekoncular tarafından kotarıldığı veya onların doğrudan ya da dolaylı yönlendirmeleriyle PKK’cılar tarafından gerçekleştirildiğini ileri sürenler var.
Bu iddialar dün vardı, bugün de var, yarın da olacak. Bunları kanıtlamaksa hiçbir zaman dört dörtlük mümkün olamayacak. Ancak kesin olan bir nokta var: Doğru ya da yanlış, “taşeron örgüt” saptaması bir aşamadan sonra bizi hiçbir yere götürmüyor. Şöyle basitleştirebiliriz.
Size “PKK taşeron bir örgüt” diyene önce “Kimin taşeronu?” diye sorun. Bunun cevabı şu ya da bu ülke veya odak olacaktır. Ardından “Ee sonra?” diye sorun, cevap “Ne sonrası?” olacaktır.
Şunu söylemek istiyorum: PKK’nın şu ya da bu odağın taşeronu olması, örgütün lojistik ve kısmen de istihbarat imkanlarını anlamamızı kolaylaştırabilir ancak onun hiç de yabana atılmayacak toplumsal desteği onca gencin neden gönüllü olarak saflarına katıldığını gibi sosyal, psikolojik, kültürel öğeleri kavramamızda hiçbir işe yaramaz, hatta işimizi çok daha zorlaştırabilir.
Hep aynı tartışma
Yazının buraya kadarki bölümünü 7 Ekim 2008 günü yine Vatan’da yayınlanan “PKK taşeron bir örgüt mü?” başlıklı yazımdan olduğu gibi aldım. Yine Hakkari’nin Şemdinli ilçesinde, bu sefer Aktütün Karakolu saldırıya uğramıştı ve her zaman olduğu gibi bir dizi komplo teorisi gündemi meşgul ediyordu. Tıpkı Aktütün’den bir yıl önce yaşanan Dağlıca baskınından sonra olduğu gibi.
Hatırlıyorum, Dağlıca’nın ardından birkaç gün susmuştum. Yanlış bir şekilde “sözün bittiği yer” de olduğumuzu düşünmüştüm. Halbuki tam da sözün başlaması gereken yerdeydik. Sonuçta, 19-22 Ekim 2007 tarihleri arasında “PKK’yı anlamak” başlıklı dört yazı kaleme aldım. Öylesi bir atmosferde, sorumluluğu bazı “iç ve dış odaklar” a atıp, PKK’yı “zavallı bir taşeron” olarak görmemek riskliydi, ama gerekliydi.
Bugün de susmamak, konuşmak; olup bitenleri anlamaya çalışmak şart. “Anlayacağız da ne olacak?” diyenlere şunları söylemek isterim:
1- Anlaşılacak bir şey yoksa, her şey çok basitse Türkiye neden yıllardır bu belayla başedemiyor? Ezbere konuşmayı bırakmazsak daha çok bedel öderiz.
2- Bir şeyi “anlamak” onu “anlayışla karşılamak” anlamına gelmek zorunda değildir. Hiç hoşlanmadığınız, rahatsız olduğunuz sorunları çözmek için de anlamanız gerekir.
3- PKK’yı anlamaya çalışmak onu hak etmediği yüce bir makama yerleştirmek anlamına kesinlikle gelmez.
4- Türkiye’nin yıllardır en önde gelen sorunlarından biri,
PKK’yı küçümseme, onu “sıradan bir piyon”, değişik patronların “taşeronu”, dolayısıyla kolaylıkla tasfiye edilebilecek önemsiz bir aktör olarak görmektir. Bu yaklaşımının sadece genel kamuoyunda değil, aynı zamanda elitlerde ve hatta devletin birçok katında egemen olmasıdır.
Önceki yazımdaki önermemi tekrarlamak istiyorum: Yapılması gereken “taşeron” lafını daha uzun bir süre kullanmamak üzere rafa kaldırmak ve PKK’yı her türlü dış gücün etkisine açık, ancak kendi gündemi, bağımsız yapılanması olan bir örgüt olarak görmek, görebilmektir.
Son bir not: Söz konusu yazıyı pekala 10 yıl önce de yazmış olabilirdim. Umarım bundan 5-10 yıl sonra da aynı tür yazılar yazmak zorunda kalmam.
Taşeron diye diye...
Haberin Devamı