Malum, “devlet aklı” diye bir şey var ve pek akıl kârı bir şey değil. Çünkü devletin bekasını, yani varlığını koruyup güçlendirmesini her şeyin önüne koyuyor; toplumun kaygı ve beklentileriniyse hep geri plana itiyor. Hatta devletin hayrı için, toplumun belli bölümleri gözden çıkarılabiliyor, onların hak ve özgürlükleri gasbedilebiliyor.
Bu “devlet aklı” nedeniyle Kürt sorununun, hatta Kürtlerin ve Kürtçenin varlığı inkâr edildi; ret, inkâr ve asimilasyona karşı durmaya çalışanlara zulüm uygulandı ve tüm ülke yıllarca bu yüzden çok ağır bedeller ödedi. Nihayet, artık gidilecek daha fazla yer kalmadığında ve ülke bölünmenin eşiğine geldiğinde devleti yönetenlerin akıllandıklarını gördük.
Dün idamı gündeme getirilen Abdullah Öcalan’ın bugün devletin bir numaralı muhatabı olması; dün PKK militanlarıyla kucaklaştıkları için dokunulmazlıklarının kaldırılması düşünülen milletvekillerinin bugün ellerine Öcalan’ın mektupları verilip devlet tarafından Kandil’e yollanmaları “devlet aklı”nın ciddi bir biçimde değişmiş olduğunun kanıtlarıdır.
Psikolojik harp
Ama PKK ile barış yapmaya çalışan ve bu hedefe uygun olarak geleneksel reflekslerinden arınma yoluna giden devletin 1 Mayıs bayramını Taksim Meydanı’nda kutlamak isteyenlere alenen savaş açmış olduğunu gördük. Rıdvan Akar, devletin (http://t24.com.tr/yazi/1-mayis-psikolojik-harpti/6626) “psikolojik harp” mantığıyla, yani “1 Mayısların yeniden eskisi gibi toplumda korku ve kaygı dolu bir gün olarak hatırlanması ve algılanması kararıyla” hareket etmiş olduğunu söylüyor, ki aynı görüşteyim. Belli ki Taksim’de 1 Mayıs’ın iki yıl üst üste sorunsuz bir şekilde coşkuyla kutlanmış olması devleti pek memnun etmemiş.
O zaman karşımıza şu soru çıkıyor: Önümüzdeki çarşamba günü Türkiye’nin dağlarından Irak Kürdistanı’na geçecek olan PKK militanlarına dokunmayacak olan devletin, geçen çarşamba günü yasaklı Taksim’e ulaşmaya çalışanlara karşı çılgın bir şiddet uygulamış olması çelişkili değil midir?
Kuşkusuz ilk bakışta böyle gözüküyor ama ortada çelişkili bir durum olduğunu sanmıyorum. Bunun yerine “devlet aklı”nın kaba (ve ucuz) bir hesabı söz konusu. Yani çözüm sürecinde otoritelerinin zayıfladığını, en azından böyle bir imajın oluştuğunu düşünen ve bundan rahatsız olan devletin yöneticileri, 1 Mayıs günü İstanbul’da yıkılmadıklarını, aynı güç ve iktidarla ayakta olduklarını göstermek istediler. Şimdilik amaçlarına ulaşmış gözüküyorlar, ancak bu durumun aldatıcı olduğunu çok geçmeden anlayacağa benzeriz.
Barış mı, demokrasi mi?
Tam da çözüm sürecinde nice kritik virajların alındığı sırada 1 Mayıs’ta yaşananlar son günlerin popüler sorusunu akla getiriyor: Barış mı öncelikli, yoksa demokrasi mi? Daha önceki bir yazımda (http://www.rusencakir.com/Baris-mi-demokrasiden-demokrasi-mi-baristan/1980) demokrasiyi savunmak adına yeni İmralı sürecine ihtiyatla yaklaşmanın, daha ileri gidip onunla araya mesafe koymanın, hele karşısında yer almanın doğru olmadığını söylemiştim.
Taraf Gazetesi’nde son günlerde yaşanan büyük kopuşlara da bu soruya verilen cevapların neden olduğu ileri sürülüyor ki hiç sanmıyorum. Yine de akil insanlar heyetinde de yer alan Vahap Coşkun‘un Taraf’a veda yazısındaki “Barışı inşa etmiş bir Türkiye’nin anti-demokratik bir ülke olma ihtimali sıfırdır” sözlerini çok önemsiyorum.
Gerçekten de eğer bir gün kelimenin gerçek anlamıyla barışa kavuşursak demokrasimizi de büyük ölçüde garanti altına almış olacağız. Ne var ki insanların barış gelene kadar her türlü talep ve beklentilerini askıya almalarını, bu süre zarfında devletten gelen her türlü baskı ve zulme karşı sessiz kalmalarını beklemek de akıl kârı değildir.
Şu “devlet aklı” denilen şey
Haberin Devamı