Dün Diyarbakır 4. Ağır CezaMahkemesi’nde ilk duruşması yapılan davada, 19 Ekim 2009 günü Irak’ın kuzeyindeki Kandil Dağı’ndan ve Mahmur Mülteci Kampı’ndan ülkeye dönüş yapan 34 kişiden 10’u tutuklandı, üçü hakkında da gıyabi tutuklama kararı verildi. Bu durumda, bir süredir, “ara verildi”, “rafa kaldırıldı” gibi cümlelerle varlığını sürdürdüğünü kanıtlamaya çalıştığımız, hükümetin yaklaşık bir yıl önce ilan etmiş olduğu ve üç kez adı değişen “Kürt açılımı”nın geleceği hakkında iyimser olabilmenin imkanı iyice ortadan kalkmışa benziyor.
Kimileri 1999’da Öcalan’ın yakalanmasının ardından PKK yine, kendi deyimiyle “barış grupları” nı ülkeye yolladığını ve bu kapsamda gelen herkes hemen tutuklanıp yıllarca hapis yattıklarını hatırlatarak dünkü davada yaşananlara çok şaşmamızı istiyorlar. Ancak haksızlar. Şöyle ki, on yıl önce Öcalan ve örgüt, devlete bir tür “oldubitti” yapmış, bir grup üyesini bu uğurda feda etmişti. Ancak o tarihte devlet Öcalan’ın yakalanmış olmasıyla PKK’nın kısa sürede etkisini yitireceğini düşündüğü için örgütle hiçbir şekilde “silahtan arınma” pazarlığına girmek istemiyordu. Halbuki bu sefer durum tamamen farklıydı. Habur’dan ülkeye girişler, devletin ilgili birimlerinin uzun süreli çalışmaları sonucu kotarıldı. Diğer bir deyişle, örgütün üst düzey yöneticileri, Habur ve Kandil’den dönüşler düzenlemeye ikna edildi.
Her ne kadar bir dizi beceriksizlik ve yanlış yapıldıysa da o dönüş sırasında yaşananlar bize herşeyin devletin bilgisi ve rızası dahilinde geliştiğini net bir şekilde göstermişti. Nitekim Başbakan Erdoğan da bir gün sonra partisinin grup toplantısında bu dönüşlerden övgü ve coşkuyla bahsetti. Fakat muhalefetin yönelttiği sert eleştirilerin kamuoyunun geniş bir bölümü tarafından benimsendiği görüntüsü hükümeti paniğe sevk etti ve yine Erdoğan’ın deyişiyle “sil baştan” yapıldı.
“Kurbanlık koyunlar”
Dünkü tutuklamalar bana Barış Meclisi tarafından Ankara’da düzenlenen bir paneli ve burada yaşadıklarımı hatırlattı. Daha ortada “açılım” ın adı yoktu ancak bir şeylerin hazırlanmakta olduğu da seziliyordu. Konuşmamda, birçok yazımda ısrarla tekrarladığı gibi, barış ve dolayısıyla Kürt sorununun çözümü için ilk şartın PKK’nın “kayıtsız şartsız silah bırakması” olduğunu söyledim. Bunun üzerine salondan onlarca yazılı soru geldi ve bunların hemen hepsinde bana “iyi güzel de bu kişiler devlete nasıl güvenecek?” diye soruluyor ve PKK’lılara “kurbanlık koyun” muamelesi yaptığı ileri sürülüyordu. Tabii birçoğu örnek olarak 10 yıl önceki “barış grupları” nı ve onların başlarına gelenleri gösteriyordu.
Ben de cevaben, devletin asla PKK ile pazarlık yapmayacağını ve böyle bir görüntü yaratmak istemeyeceğini, buna karşılık sorunun barışçıl yöntemlerle çözümü için her türlü imkanı zorlayacağını; bu bağlamda PKK’lıların hiçbir şart dayatmadan silahları bırakmasının birçok olumlu gelişmeyi tetikleyeceğini ve sonuçta ülkenin adım adım çözüme yaklaşacağını söyledim. Devletin beni bu kadar kısa sürede tekzip edeceğini düşünmemiştim.
Lafı fazla uzatmanın gereği yok. Sözü sanık avukatlarından Sezgin Tanrıkulu’ya bırakalım. Tanrıkulu dünkü duruşmada mahkeme heyetine şöyle seslenmiş: “Burada barışa ilişkin bir tutum vardır. Gelenler barış için gelmiştir. Siz de barış için, çatışmalar olmasın diye tutum almalısınız. Savcıların takipsizlik, mahkemenizin ise bu iddianameyi reddetmesi gerekirdi. Bu davayı zamana bırakmalı ve bir yıl sonraya gün verilmeliydi. Hep birlikte barışa katkı sağlamalıyız.”
Heyetin bu çağrıya itibar etmediği ortada. Herhalde kamuoyunun büyük bölümü “örgüt üyesi olduklarına ve pişanlık bildirmediklerine göre tabii ki tutuklanacaklar” diyecektir.
Ben de onlara, devlet verdiği sözleri tutmazsa, sorunu güvenlik güçlerine ve adli makamlara havale etmeyi sürdürürse, Kürt sorununun çözümü için daha çok ama çok bekleriz, derim.
Sil baştan
Haberin Devamı