Vatan ve Milliyet gazetelerinin Doğan Grubu tarafından satılmasından birkaç gün sonra, bir Pazar sabahı ünlü bir işadamından bir e-posta aldım. Gazetedeki köşe yazımın içinde Ahmet ve Nedim’in resmini ve tutukluluk günlerinin hesabını görmemiş olduğu için şu soruyu soruyordu: “Yoksa gazetenizin yeni sahiplerinin bir tasarrufu mu söz konusu?”
Neye uğradığımı şaşırdım, hemen gazeteyi aradım ve editoryal bir hatanın söz konusu olduğunu öğrenince rahatladım. Ama bu olay, dostlarımın tutuklanmasından birkaç gün sonra, onların tutuklanmasını saymaya başlamanın sandığım gibi mütevazı bir hareket olmadığını bana net bir şekilde kanıtladı.
Açık söyleyeyim, tutukluluk günlerini sayarak Ahmet ve Nedim’e yalnız olmadıklarını göstermekten başka bir amacım yoktu. Bu gün sayma işi zamanla, Ahmet ve Nedim’e destek veren, onlardan hareketle basın ve ifade özgürlüğünü savunan meslektaşlarıma (ve tabii ki gazeteci olmayan vatandaşlarıma) yalnız olmadıklarını göstermek gibi bir işlev kazandı. Ama daha önemlisi Ahmet ve Nedim’e bu komployu düzenleyenlere, hiç de sandıkları kadar güçlü olmadıklarını, çünkü haksız olduklarını, tam da bu yüzden kaybetmeye mahkum olduklarını suratlarına çarpmanın araçlarından biri haline geldi.
Sonunda günler sayılı olmadığı için çok ağır geçti, 100, 200 gün derken bir yılı hep birlikte devirdik, ama haklı olan, geç de olsa kazandı. Gerek Ahmet, gerek Nedim’in dışarı çıktıktan sonra yaptıkları açıklamalar, verdiğimiz desteğin boşuna olmadığını bizlere bir kez daha gösterdi. Kendileriyle bir kez daha gurur duyduk. Cezaevi ve evlerinin önünde bekleşen meslektaşlarıyla olan muhabbetleri, Ahmet ile Nedim’in ne terörist, ne tecavüzcü, ne soyguncu değil sadece gazeteci, hem de iyisinden olduklarını kanıtlamaya yeterlidir.
“Sakın ha!”
Hayatımda sırf gazetecilik faaliyetlerim dolayısıyla çok iftiralara, dezenformasyon ve itibarsızlaştırma kampanyalarına maruz kaldım. Bunların faillerinden bazıları Ergenekon’dan yargılanıyor, bir tanesi AKP yanlısı bir gazetede köşe yazıp geçmişini unutturmaya çalışıyor...
Neyse listeyi burada keselim. Bu kampanyaların en şiddetlilerinden biri, KCK operasyonlarının iyice çığrından çıktığı bir dönemde düzenlendi ve devlet içinden alındığı belli olan hakkımdaki bazı özel bilgilere bol miktarda yalan katılarak susturulmak istendim.
İşin aslını araştırdığımda, görünürdekinden oldukça farklı bir gerçekle karşı karşıya kaldım. Güvendiğim bir isim bana “Kürt sorunu konusunda yazdıklarından memnun olmayabilirler ama onlar esas olarak senin Ahmet ve Nedim’in resmini kaldırmanı istiyorlar” dedi. “Peki o zaman ne yapmam doğru olur?” diye sorduğumdaysa “sana resimleri koyup tutukluluk günleri saymayı sürdürmek yakışır” cevabını aldım. Bu diyalogun bana, Ahmet-Nedim olayı ekseninde devlet içinde yaşanan ayrışmanın ne kadar derin olduğunu bir kez daha göstermiş olduğunu da vurgulamak isterim.
NTV ve tarafsızlık
Madem bir işadamıyla başladık, bir başkasıyla bitirelim. NTV’de yaptığım Yazı İşleri programının sonlandırılmasının önde gelen nedenlerinden biri işverenimiz Ferit Şahenk’in, Ahmet ve Nedim olayındaki tavrımdan rahatsız olmasıydı. Ona göre benim bu tavrım NTV’nin tarafsızlığına gölge düşürüyormuş. Bu konuda söylenecek çok şey var ama şimdilik susma hakkımı kullanmak istiyorum. Ama bu yazının okurlarının böyle bir zorunluluğu yok.
Alın size iki kelime: NTV ve tarafsızlık...
Zaman aşımı utancı
Dünkü yazımı “Nasıl Ahmet ve Nedim’in tutuklanmaları bir kırılma noktası olduysa, tahliyeleri de bir dönüm noktası olacaktır. Kısaca, MİT krizinin ardından Türkiye’nin normalleşme sürecine gireceği öngörüsü galiba gerçekleşiyor” diye bitirdiğim için kimi okurlar beni aşırı iyimser bulmuşlardı. Yine dün Sivas katliamı davasının zaman aşımından düşmesi ve bunu protesto edenlere polisin reva gördüğü korkunç muamele onları haklı, beni de haksız duruma düşürüyor. Herşeye rağmen iyimserliğimi koruyorum ve korumak istiyorum.