İnternet üzerinden sızdırılan MİT-PKK görüşmesi kayıtları hakkında çok şey söylendi, daha da söyleneceğe benziyor. Bunda şaşıracak bir şey yok çünkü bu yayın Türkiye’nin Kürt sorununda, Prof. Fikret Başkaya’nın kitabının adını ödünç alarak söylersek, “teröristle pazarlık olmaz” cümlesiyle özetlenebilecek resmi paradigmanın çoktan iflas etmiş olduğunu gözler önüne serdi. Aslına bakılacak olursa, bu sorunun tarafları, ilgilileri ve benim gibi üzerinde çalışan gazeteciler, uzmanlar, yıllardan beri devlet kurumlarıyla PKK arasında görüşmeler olduğunu, bunların Öcalan’ın 1999’da yakalanıp Türkiye’ye teslim edilmesiyle daha yoğun, sistemli, güvenli ve fonksiyonel bir şekilde sürdüğünü biliyordu. Söz konusu yayınla kralın çıplak olduğu herkes tarafından görüldü ve kabul edildi. İlk tepkilere baktığımızda, hiç de kıyamet kopmamış olması, sızdıranların amacı ne olursa olsun, bu kayıtların yayınlanmasının son derece hayırlı olduğunu gösteriyor.
Bu girişten sonra, hiç kimse tarafından yalanlanmayan, yani doğru olduğu zımnen kabul edilen kayıtlardan hareketle bazı tespitlerimi aktarmak istiyorum:
Üç seçenek
Öncelikle bu kayıtlar bize, Öcalan’ın örgütü, avukatları ve ziyaretçileri aracılığıyla İmralı’dan yönettiği iddialarının (ve suçlamalarının) asılsız olduğunu gösteriyor. Öğreniyoruz ki Öcalan PKK ile doğrudan ilişki kurmada en çok devlete güvenmiş. MİT yöneticilerinin serzenişlerinden hareketle, Öcalan ile PKK arasında, en azından yüzlerce sayfanın devletin kuryeliğinde gelip gittiği sonucuna varabiliriz.
Hiç kuşkusuz bu sayfalar hal-hatır sormaktan ibaret değildir. Öcalan’ın örgüte talimat verdiğini, PKK yöneticilerinin de kendisini dışarda olup bitenler hakkında detaylı bir şekilde bilgilendirdiğini ve en önemlisi, bütün bunlardan ilk olarak devletin haberdar olduğunu ileri sürebiliriz. Sonuç olarak PKK’nın en azından son 12 yıldaki faaliyetlerini (ve doğal olarak eylemlerini) büyük ölçüde devletin bilgisi dahilinde yürüttüğü açıktır.
Son günlerde devletle PKK arasındaki ilişkilerin alabildiğine sertleşmesini göz önüne alırsak karşımızda üç seçenek var:
1) Ya devletle Öcalan arasındaki karşılıklı anlayış sona erdi;
2) Ya Öcalan son avukat görüşlerinde söylediği gibi sahiden kendini geri çekti;
3)Ya da dışardaki PKK yöneticileri, Öcalan’a rağmen, hatta ona karşı hareket ediyorlar.
Bazı kritik sorular
Bu seçeneklerden hangisinin geçerli olduğu tartışmasını şimdilik erteleyip söz konusu kayıtlardan hareketle aklıma gelen bazı soruları sormak istiyorum:
1) Kürt sorunuyla ilgili yazılarımı takip edenler Sabri Ok’a, devlet-PKK ilişkisindeki pozitif rolü nedeniyle önem atfettiğimi bilirler. Bu kayıtlarla Ok’un kritik pozisyonu bir kez daha ortaya çıktı. O zaman insanın aklına şu takılıyor: Yıllarca hapis yattıktan sonra askerliğini yapıp Ankara’ya yerleşen ve DTP’de “danışman” olarak çalışan Ok, neden Türkiye’yi terk etmek zorunda bırakıldı? Eğer Ok Türkiye’de kalmış olsaydı daha fonksiyonel olmaz mıydı?
2) Bir diğer kilit isim, eski Avrupa sorumlusu Mustafa Karasu hakkında neden yıllardan beri PKK içindeki “şahinler”in önde gelenlerinden biri olduğu yolunda yayınlar yapılır, ki bu yayınların son dönemde iyice zirvede olduğunu görüyoruz?
3)Görüşmeye katılan ama pek konuşmayan isimlerden eski DEP Milletvekili Zübeyr Aydar neden yıllarca çok rahat yaşadığı Belçika’da, diğer eski milletvekili arkadaşı Remzi Kartal ile birlikte, tam da demokratik açılımın en pembe, yani sorunsuz günlerinde gözaltına alınmıştı?
Paradigmanın iflası
Haberin Devamı