Ortadoğu’da dengeler belli bir süredir İran’ın başını çektiği ‘Şii hilali’ ile Suudi Arabistan öncülüğündeki ‘Sünni blok’ arasındaki ilişki, çelişki ve çatışmalar üzerinden belirleniyor. Türkiye uzun bir müddet bu çatışmanın dışında, hatta üstünde kaldı; tarafların hepsiyle iyi ilişkiler kurdu ve geliştirdi, hatta yer yer onlara arabuluculuk yapmaya soyundu. Temel strateji “komşularla sıfır sorun”du ve Türkiye’yi yönetenler hem Bağdat, hem Şam, hem Tahran’ı sık sık ziyaret ediyor, buradan ziyaretçileri Ankara ve İstanbul’da ağırlıyorlardı. (http://www.rusencakir.com/Suriye-neden-ikinci-Irak-olamaz/1700 ) http://rusencakir.com/Turkiye-ve-Iran-Bitmeyecek-rekabet-/516 http://www.rusencakir.com/Turkiye-ve-Iran-Kizisan-rekabet/1799 )
Füze kalkanı miladı
Kuşkusuz Türkiye için en fazla dikkat edilmesi gereken ülke İran’dı. Ankara bölgedeki en büyük rakibine, en zor günlerinde, nükleer kriz sırasında ABD, AB ve İsrail’e rağmen açıkça destek çıktı. Ama bir gün geldi, topraklarında İran’a karşı olduğu açık olan füze kalkanının yerleştirilmesini kabul etti. İşte o andan itibaren AKP hükümetinin özellikle dış politikadaki bütün ayarlarının bozulmaya başladığına tanık olduk.
Tahran’dan uzaklaşan Ankara adım adım ‘Sünni blok’a doğru yönelmeye başladı. Burada Tunus, Libya ve Mısır’daki halk hareketlerinin bir aşamadan sonra Körfez ülkeleri tarafından desteklenmesi, yıkılan otoriter/totaliter rejimlerin yerini büyük ölçüde, AKP deneyiminden esinlenen İslamcı hareketlerin alması da etkili oldu. Bütün bunlara ‘One minute’ ve Mavi Marmara’nın yankıları da eklenince, gerek Başbakan Erdoğan, gerekse Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun yıldızlarının Ortadoğu’da tam anlamıyla parladığı bir döneme tanık olduk.
Suriye miladı
Ve bu aşırı özgüvenle Türkiye müttefikleriyle birlikte Suriye krizine angaje oldu. Beşşar Esad’ın yıkılması için hafta, hatta gün hesabı yapanlar vardı. (İşi saate kadar indirenleri ciddiye almaya gerek yok) Esad yıkılınca yerine Mısır ve Tunus’ta olduğu gibi İslamcıların (ağırlıkla İhvan/Müslüman Kardeşler) liderliğinde yeni bir rejim inşa edilecek, bu da Ankara’nın nüfuz alanının alabildiğine genişlemesi anlamına gelecekti.
O günlerde “Dün Irak için telaffuz edilen ve tam bir yalan olan ‘bir koyup üç alacağız’ cümlesinin bugün Suriye söz konusu olduğunda hiç ama hiçbir inandırıcılığı olmayacaktır. Öyle ki kendimizden ne kadar koyarsak koyalım Suriye konusunda herhangi bir şey kazanma şansımız bulunmuyor” diye yazmıştık.
Rabia miladı
Ve Mısır’daki darbeyle birlilkte Ankara Ortadoğu’da iyice yalnızlaştı. Başından itibaren sandığın, dolayısıyla Mursi’nin meşruiyetini savunup darbeye itiraz eden AKP hükümeti karşısında sadece General Sisi ve Mısırlı destekçilerini değil, bölgede ne zamandır birlikte hareket ettiği Suudi Arabistan başta olmak üzere Körfez ülkelerini, tabii bu arada ABD ve AB’yi gördü. İşin ilginci onların fazla ses çıkarmadığı Mısır’daki katliamları İran alenen kınadı. Ardından önceki gün Şam’daki feci kimyasal katliam geldi. Bu sefer İran topu Suriyeli muhaliflere atmaya çalışırken, S.Arabistan ve diğerleri yeniden Türkiye ile aynı dalga boyundan konuşmaya başladılar.
Ankara’nın darbeler, katliamlar konusunda hep istikrarlı bir tutum izlemediğini biliyoruz. Sudan’daki diktatör Beşir’e verilen destek tek başına bunun kanıtı. Ayrıca Nusra Cephesi ve onunla hareket eden El Kaideci grupların Rojava’da Suriye Kürtlerine yönelik saldırılarına da Türkiye’nin müdahil olmadığı da ortada. Bununla birlikte Mısır ve Suriye’deki son katliamlara eşit ölçüde karşı çıkmanın değerli olduğunu da kabul etmeliyiz.
Ne var ki Ortadoğu’daki yalnızlaşmaya çok fazla değer yükleyip ululaştımanın da ciddi sakıncaları var. Çünkü Ortadoğu’da sürekli değişen dengelere uyum sağlayamamanın bedeli hayli ağır ve görüldüğü kadarıyla hükümet belli bir süredir, bir şey kazanmaktan ziyade Türkiye’nin kayıplarını azaltmak için uğraşıyor.
(Not: Türkiye-İran rekabeti hakkında şu iki eski yazımı dikkatinize sunmak istiyorum:
Ortadoğu’da yalnızlığın değeri ve bedeli
Haberin Devamı