Olayların gidişi ve Başbuğ olayı

Haberin Devamı

İstanbul Film Festivali daha festival değilken, yani “Sinema Günleri”nin ilk yılında izlediğim ve beni çok etkilemiş bir filmdi “Olayların Gidişi.” Alman yönetmen Wim Wenders’in 1982’de çektiği, orjinal adı “Der Stand der Dinge” olan bu sade ama müthiş filmden nasipse ilerde bir gün uzun uzadıya bahsederim, bugünlük sadece adını ödünç almakla yetineceğim. Kimileri AKP hükümetiyle birlikte yaşanan büyük dönüşümleri anlamada bir başka Alman’ın, felsefeci Hegel’in dolaşıma sokmuş olduğu “zamanın ruhu” (zeitgeist) kavramıyla anlamayı ve anlatmayı tercih ediyor, bense Wenders’in filminden esinlenerek “olayların gidişi”ni.

İlker Başbuğ’u ele alalım. Başbuğ, genelkurmay başkanı olduğu dönemde “olayların gidişi”ni kavramamış olamaz. Olsa olsa bu gidişattan memnun olmadığını, onu durdurmasa bile olabildiğince engelleyip geciktirmeye çalıştığını düşünebiliriz. Tabii ki bunda başarılı olamadı, olabilmesi de herhalde mümkün değildi ve olaylar normal seyrinde akınca onun da yargılanması gündeme geldi. Kısacası Başbuğ’un tutuklu yargılanması, basit bir olay olmamakla birlikte son derece olağandır ve sanıyorum kendisi de buna pek şaşırmamıştır.

Özkök’ü örnek alsaydı...

Olayların bu şekilde gelişmesinde Başbuğ’un birinci derecede sorumluluğu bulunuyor. Şayet kendisine berbat bir miras devretmiş olan Yaşar Büyükanıt yerine Hilmi Özkök’ün çizgisini benimsemiş olsa, yani olayların gidişini engellemeye çalışmak yerine yasaların kendisine çizdiği sınırlar içinde kalıp bu gidişatın olabildiğince olumlu bir şekilde evrilmesine katkıda bulunmaya çalışsa hem Türkiye, hem kendisi için epey hayırlı olurdu.

Bu noktada kuşkusuz akla ilk olarak Ergenekon, Balyoz ve benzeri soruşturmalardaki çabaları geliyor. Başbuğ bütün bu süreçlerde, TSK’nın günahlarını örtmeye çalışmak yerine bunlarla yüzleşmeyi tercih etmiş olsa olaylar hem daha hızlı, hem daha sağlıklı bir şekilde gelişirdi. Ne var ki onun bu nafile çabalarının hiçbir işe yaramadığı, üstelik kimseyi memnun etmediği ortadadır.

Ancak Başbuğ’un en büyük hatasının Kürt sorununda statükocu pozisyonda ısrar etmesi, hükümetin başlattığı açılıma destek vermekten kaçınması olduğunu düşünüyorum. Neden böyle yaptığının iki temel nedeni olsa gerek. Birincisi, hiç kuşkusuz TSK’ya hakim olan ideolojidir. İkincisi de, Kürt sorununun bir “tehdit” olarak varlığını sürdürmesinin, TSK’ya ülkede hep belli bir güç ve iktidar alanı açıyor olmasıdır.

En büyük hatası

Halbuki iç içe geçmiş olan Kürt ve PKK sorunlarını en yakından ve en iyi bilen kişilerde biri olan Başbuğ, bunların silahla çözülemeyeceğin de bilincindeydi, fakat o geleneksel “biz görevimizi yaptık, yapıyoruz; şimdi sorumluluk sivillerde” klişesini tekrarlamanın ötesine pek geçemedi. Prof. Metin Heper’in ilginç ama geçerliliği hayli tartışmalı tezlerine yaslanarak, en fazla “bireysel haklara evet ama kolektif haklara hayır” noktasına varabildi ki bu yaklaşımın sahici hiçbir açılıma cevaz vermediğini açık bir şekilde gözlüyoruz.

Sonuç olarak, tutuklanması gerekir miydi tartışmasını bir yana bırakırsak Başbuğ’un yargılanacak olması son derece olağan ve doğru bir gelişmedir. Bu aşamadan sonra Türkiye’nin daha da demokratikleşmesini isteyen herkes Başbuğ’dan daha beter sicile sahip olan eski genelkurmay başkanlarının da hesap vermesini haklı bir şekilde beklemektedir. Tabii bu hesaplaşmaların dar bir alana sıkışıp kalmaması, ülkemizde yaşanan bir dizi temel hak ve özgürlük ihlalindeki sorumluluklarının da masaya yatırılması şart.

*****


Hakan Üstünberk’in istifası

Kulübün tel tel döküldüğü bir dönemde basketbol şubesini ayağa kaldırıp biz Galatasaraylılara bir nebze de olsa moral aşılamış olan Hakan Üstünberk’in görevinden istifa etmiş olduğunu üzülerek öğrendim. Tam 40 yıllık arkadaşım olan Hakan bana gerekçe olarak yorulduğunu söyledi. Umarım bir süre dinlenir ve yakın zamanda yeniden Galatasaray’a katkıda bulunmaya devam eder. Kendisine çok teşekkür ediyorum.

DİĞER YENİ YAZILAR