Başbakan Necmettin Erbakan’ın Afrika gezisinin ilk ayağı Mısır’dı. Kahire’de pek sıcak karşılanmamıştık. Erbakan ile Hüsnü Mübarek arasındaki uzun görüşmeden herhangi somut bir gelişme çıkmamıştı. Akıllardan kalan, Erbakan’ın Müslüman Kardeşler için “Aslında onlar iyi insanlardır” demesi üzerine Mübarek’in “Çok seviyorsanız hepsini size gönderelim” diye cevap vermesiydi.
Sonraki durak Libya’ydı. Erbakan’ın amacı “dostu” Muammer Kaddafi’yi birikmiş müteahhit alacaklarını ödemeye ikna etmekti. Bu ülkeye uçuş yasağı olduğu için Tunus’ta Cerbe Adası’na uçup karayoluyla Libya’ya gittik ve Trablus’ta bir otele yerleşip Kaddafi’nin Türk heyetini yanına çağırmasını bekledik. Otelin duvarlarındaki Kaddafi’nin “Yeşil Kitap”ından seçilip son derece kötü bir Fransızcayla konukların dikkatine sunulan “özlü sözler” nasıl bir ülkede olduğumuzu net bir şekilde gösteriyordu.
Neyse, sonunda beklenen haber geldi ve çöldeki Kaddafi’yle buluşmak için 6 Ekim 1996 günü öğleden sonra yola çıktık. Önce bir uçak yolculuğu, ardından farları sönük araçlarla çöl seyahati. Başlangıçta Kaddafi Türk heyetini son derece samimi bir şekilde karşıladı. Dev bir çadırda yenecek olan akşam yemeğinden önce gazetecileri çağırıp bizlerle ayaküstü sohbet etti.
Tarifi imkansız şok
Yemeğin ardından, Erbakan’la başbaşa görüşemeye geçmedenden önce Libyalı görevliler gazetecileri yeniden çağırdı. Normal olarak basın toplantıları görüşmelerin ardından yapıldığı için şaşırdık. Hatta Erbakan’ın bir kurmayı bu durumu “Kaddafi Hoca’ya olan sevgi ve saygısını göstermek için görüşmede söyleyeceklerini önceden basına söylemek istiyor” diye yorumlamıştı.
Sonrası malum: “Oldum olası merak etmişimdir, şu gökkubenin altında neden bir Kürt devleti bulunmuyor” diye başlayıp hem Osmanlı Devleti’ne, hem Türkiye Cumhuriyeti’ne yönelik birbirinden sert eleştiri ve suçlamalarla devam eden Kaddafi cumhuriyet tarihimizin en çarpıcı diplomatik skandallarından birini yaşamamıza neden oldu.
O çadırda siyasetçisinden bürokrat ve gazetecisine, yaşadığımız şokun tarifi mümkün değildi. Devlet Bakanı Abdullah Gül’ün sessiz bir şekilde çadırı terk etmesi hâlâ gözlerimin önündedir, mesela. Belki çevirmen yanlış yapmıştır diye Kaddafi’nin sözlerini içimizden Arapça bilenlere yeniden çevirttik, tabii ki durum değişmedi. Kaddafi ile buluşmaya giderken yaşadığımız coşku, dönüş yolunda yerini şaşkınlık, öfke ve sessizliğe bırakmıştı. Üstelik skandallar ertesi gün de Trablus’ta devam etti...
Devasa fark
Aslında bu yazıyı Kaddafi’nin o son derece üzüntü veren fotoğraflarını gördükten sonra kaleme almaya düşündüm ancak Kürt sorunu ve deprem gibi nedenlerle yazmayı erteledim.
Peki bir bayram günü neden böyle bir yazıyla karşınıza çıkıyorum? Bunun çok basit bir cevabı var: Demokrasi ile temel hak ve özgürlüklerin öneminin altını çizmek için.
Şöyle ki, o tarihte gerek Mübarek, gerekse Kaddafi Erbakan’ı küçümsüyor, onun “hükümet” olsa bile “iktidar” olamadığını düşünüyorlardı. Çok da haksız olmadıkları birkaç ay sonra başlayan 28 Şubat süreciyle ortaya çıktı. Ancak haklı oldukları “doğru” oldukları anlamına gelmiyordu.
Nitekim 15 yıl sonra, Türkiye’yi 10 yıldır yöneten Erbakan’ın öğrencileri, başta biraz tereddüt etmiş olsalar da, Mübarek ve Kaddafi’nin iktidarlarını kaybetmelerinin hızlanması için ellerinden geleni yaptılar.
Erbakan’ın evrensel anlamda bir demokratik rejimi savunup savunmadığı tartışılabilir, ancak onun siyasi hayatında, onca engelleme, mağduriyet ve zulme, diğer bir deyişle tahriğe rağmen yasal ve meşru yollar dışına sapmadığı da muhakkaktır.
Bir an için Mübarek’in mahkemedeki halini ve Kaddafi’nin barbarca katledilişini gözlerinizin önüne getirin ve bu görüntüleri Erbakan’ın cenaze töreniyle karşılaştırın. İşte o aradaki devasa fark, demokrasiyle ororiter ve totaliter rejimler arasındaki farktır.
Hepinize mutlu bir Kurban Bayramı diliyorum.