Bir yanda Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya’nın AKP aleyhine açtığı davanın iddianamesi ve esas hakkındaki mütalaası; bunların karşısındaysa AKP’nin ön savunma (ki kendileri “cevap” demeyi tercih ediyor) ve esas hakkındaki savunması. Birkaç gündür, Türkiye’nin yakın geleceğini birinci derecede etkileyecekleri kesin olan bu belgeleri inceliyor ve kendi kendime “ben bu kavganın neresindeyim?” diye soruyorum. Keşke “hiçbir yerinde” diyebilseydim, ama cevabım “tam ortasında.”
Aslında İslami hareketler üzerine araştırma yapmaya başladığım 1985 yılından beri bu “tam ortasında” olma halini yaşıyorum. Bir yandan gazeteci olarak ülkedeki İslam/laiklik/demokrasi ilişkileri tartışmalarının “tam ortasına” düşmüş durumdayım. Öte yandan bu konuda birbirlerine zıt pozisyonlara sahip (ki ilginçtir üslup ve yöntemleri birbirlerine çok benzer) kampların “tam ortasında” yer alıyorum. “Üçüncü yol” olarak tanımlanabilecek bu pozisyon, dışardan bakıldığında “işin kolayına kaçmak” gibi görülebilir, ancak bunca zamandır yaşadıklarım, Türkiye’de arada kalanların canının çıktığını bana net şekilde gösterdi. Sonuçta ne İsa’ya, ne Musa’ya yaranamıyor; her iki kamp tarafından “istenmeyen kişi” olarak damgalanıyorsunuz.
AKP davasına dönecek olursak: İktidar partisi hakkında kapatma davası açılmasını yadırgadım ve Başsavcı’nın iddianamesi ve mütalaasının bu partiyi kapatmaya kesinlikle yeterli olmadıklarına inanıyorum. Olayın hukuki yönlerini ele almak benim işim değil, ancak Yalçınkaya’nın laiklik, din-siyaset ilişkileri, cumhuriyet ve demokrasi gibi temel konulardaki perspektif ve yorumlarının çoktan zaman aşımına uğramış olduklarına inanıyorum. Yalçınkaya’nın “demokratik laiklik” gibi isabetli bir kavram karşısında düştüğü infiali; Büyük Ortadoğu Projesi ve “ılımlı İslam” stratejilerine atfettiği abartılı önemi anlamakta zorlanıyorum.
AKP’nin her iki savunma metnini, Başsavcı’nın iddialarının yanında daha özenli, dikkatli ve “çağdaş” bulduğumu itiraf etmeliyim. Ama AKP’liler de Türkiye’deki sorunun özünü ya anlamıyorlar, ya anlamak istemiyorlar ya da anlamış olmalarına rağmen işlerine gelmediği için olayları saptırıyorlar.
Örneğin dün VATAN’ın isabetli bir şekilde manşete çıkardığı laikliğin bir yaşam biçimi olup olmadığı tartışmasında her iki tarafın pozisyonu da şaşırtıcı. Başsavcı laikliği en ideal ve hatta tek yaşam biçimi olarak empoze etmeye çalışması ne kadar yanlışsa, AKP’nin laikliği sadece devletin dinler ve felsefi inançlara karşı eşit mesafede olmaya indirgemesi de o kadar eksik.
AKP’nin son savunmasında, “İnsan hakları literatüründe ‘laiklik hakkı’ diye bir kavram yoktur. Tıpkı ‘demokrasi hakkı’ya da ‘kuvvetler ayrılığı hakkı’ gibi kavramların olmadığı gibi. Laiklik, baştan beri vurguladığımız gibi devletin sahip olması gereken bir niteliktir” deniyor. İlk bakışta doğru gibi görünen bu saptamanın da artık çağdışı kaldığını rahatlıkla ileri sürebiliriz. Örneğin geçtiğimiz günlerde Boğaziçi Üniversitesi’nden siyasetbilimci Prof. Hakan Yılmaz ile, ilk kez kendisi tarafından dile getirilen “laiklik ombudsmanlığı” önerisi üzerine VATAN’da bir röportaj yapmıştım. Prof. Yılmaz daha AKP’nin son savunması ortada yokken, sözlerine “AKP’liler ’laiklik devlete aittir’derken haklılar” diye başlamış ve şöyle devam etmişti: “Ancak Türkiye’de son yıllarda laiklik devlete ait bir özellik olmaktan bir yurttaşlık hakkı olmaya başladı.”
Prof. Yılmaz “bir yurttaşlık hakkı olarak laiklik” önermesini şöyle gerekçelendirmişti: “Çünkü bazı kamu görevlilerinin, ki bunlar yerel yöneticiler veya merkezi yönetimin memurları olabilir, ellerindeki kamu gücünü kullanırken veya bir kamusal hizmeti sunarken ‘bu hizmet karşılığında senden bazı dinsel normlara uymanı isterim’ veya ‘sana sunmakta olduğum kamu hizmetini eğer bazı dinsel normlara uymazsan çekerim’ dedikleri ileri sürülüyor. Bu uygulamalara bazen ‘mahalle baskısı’ deniyor. Sonuçta insanların bir dine inanmama veya bazı dinsel normlara uymama özgürlüklerinin kamu gücü tarafından kısıtlandığı yolunda şikayetler var. Buradan da laikliğin yukarıdan aşağıya indiğini ve bir devlet kuralı olmanın ötesinde bir yurttaşlık hakkı haline geldiğini anlıyoruz.”
Prof. Yılmaz Türkiye’de devletin insanlara dinsel norm dayatmasıyla baş etmenin bir yolu olmadığını, bunun kanunlarda yer almadığını söyleyip, şöyle diyor: “Örneğin belediyeye ait bir işletmede dinsel nedenlerle alkollü içki satılmaması bir dayatmadır ve bunu kovuşturacak hiçbir adli merci yoktur. Örneğin bir öğretmen dindar öğrencileri ‘daha makbul’ görüp onlara daha iyi not verir ve başına bir şey gelmez.”
Özetle: Laikliğin bir yurttaşlık hakkı olduğu kabul edilmeden sorunlarımızla yüzleşmemiz ve bunları çözmemiz imkansıza benziyor.
Laiklik artık yurttaşlık hakkı olmuştur
Haberin Devamı