Dünden devam edelim. “Barış mı demokrasiden, demokrasi mi barıştan...” başlıklı yazımızın son bölümünde ülkeyi 11 yıldır tek başına yöneten, her iki seçmenden birinin oyuna ulaşan AKP’nin (ve onun lideri Erdoğan’ın) karşısındaki en (belki de tek) etkili muhalefet olan Kürt siyasi hareketiyle işbirliğine gitmesi durumunda Türkiye’deki siyasi dengelerin tepeden tırnağa değişeceğini ileri sürmüştük.
“Çünkü”sünü açmak bugüne kaldı. Evet, AKP ile Kürt siyasi hareketinin rekabeti bırakıp ittifak oluşturması ülkemizde birçok şeyin kökten değişmesine yol açacaktır çünkü her iki hareket esas güçlerini, sistemin yıllarca dışladığı iki önemli toplumsal kesimden, Sünni dindarlar ve Kürtlerden alıyor.
Daha önce MSP, RP ve kısmen ANAP üzerinden yaşanan dindarların sistemin merkezine taşınması AKP eliyle büyük ölçüde tamamlanmış oldu. Ancak Kürtlerin büyük ölçüde sistemin dışında kalma hâlleri devam ediyor. Başbakan Erdoğan’ın “İslam kardeşliği“ ve “hizmet“ üzerinden Kürtlerin talep ve beklentilerini yumuşatıp geçiştirme stratejisiyse tıkandı, hatta iflas etti. Yeni İmralı süreci tam da bu noktada, yani Kürtlerin taleplerinin gerçekleşmesinin daha fazla ertelenemeyeceğinin, aksi takdirde Türkiye’yi bir yıkımın beklediğinin ve yıkıntının altında AKP ve onun temsil ettiği kesimlerin de kalacağının anlaşılmasıyla başlatıldı.
Öcalan’ın vizyonu
Dolayısıyla Abdullah Öcalan‘ın Newroz’da okunan mektubunda çizdiği, Türkler ve Kürtlerin yeni bir Türkiye, hatta Orta Doğu inşa etme perspektifinin ayaklarının büyük ölçüde yere bastığını söyleyebiliriz. Lakin hükümetin (ve Erdoğan’ın) süreç boyunca bugüne kadar sergilediği performansla Öcalan’ın vizyonunun herhangi bir şekilde örtüştüğü söylenemez. Erdoğan, PKK’nın silahlı güçleri ülke dışına çıkana, hatta PKK tümüyle silah bırakana kadar sürecin politik yönünü tartışmaya pek yanaşmıyor. Bu aşamalar yaşandıktan sonra nelerin konuşulacağı konusunda da pek renk vermiyor.
Erdoğan’ın “çözüm“den esas olarak Kürt sorununu değil de PKK sorununu kastediyor olmasının (veya öyle bir izlenim bırakmayı tercih etmesinin) bu sürecin en ciddi handikaplarından biri olduğu açıktır. Nitekim sürece karşı olanların dillerinde en çok “PKK ne alıyor ki silah bırakacak?” sorusu var. Bir de tabii, açık veya örtülü bir şekilde Öcalan’ın devlet tarafından kandırıldığı ya da kendi kişisel çıkarları için siyasi taleplerden vazgeçtiği yolundaki rivayetler.
Kullanıp atmak mümkün mü?
Sürecin başladığının anlaşılmasından hemen sonra yazdığım “Devlet Öcalan’ı kullanıp atacak mı?”(http://www.rusencakir.com/Devlet-Ocalani-kullanip-atacak-mi/1913) başlıklı analizde, Öcalan’ın süreçle ilgili ilk açıklamasının ardından devlet tarafından kullanılmasının mümkün olmadığının anlaşılacağını ileri sürmüştüm. Nitekim İmralı tutanakları onun ne kadar kendinden emin ve özgüvenli olduğunu gösterdi; keza Newroz’da okunan mektubu da.
Sonuç olarak, eğer hükümet yeni İmralı sürecini, Kürt sorununu kalıcı bir şekilde çözmek yerine PKK sorununu şu ya da bu şekilde bir süre daha ötelemek için başlatmışsa çok büyük bir hüsranla karşılaşması mukadderdir. Çünkü 1999’da örneğini gördüğümüz gibi, bugün silahlı güçlerini sınır dışına çekecek olan PKK yarın onları tekrar geri yollayabilir; PKK şu ya da bu şekilde ortadan kalksa bile bir süre sonra yerini başka bir örgüt alabilir; silah tamamen devreden çıksa bile Kürtler sivil itaatsizlik başta olmak üzere yasal yollarla siyasi iktidarları rahatsız etmeyi sürdürür.
Özetle: Kürtlerin azla yetinme devri kapanalı çok oldu. Çözüm ancak onların da sistemin merkezine taşınmasıyla mümkün.
Kürtlerin sistemin merkezine yolculuğu
Haberin Devamı