Korku sınırı çoktan aşılmıştı

Haberin Devamı

Başbakan Erdoğan uzun zamandır, bu kadar “savunmada” bir konuşma yapmamıştı. “En iyi savunma saldırıdır” ilkesinden hareketle Gezi Parkı Direnişi’ni gözden düşürmeye yönelik sözler sarf etmiş olduğu doğru. Ancak “biz kararımızı verdik, değişmeyecek” cümlesinin böyle bir direnişe yol açmış olmasından şaşırmış ve ürkmüş olduğu anlaşılıyordu.

Başbakan’ın konuşmasından AVM yapılıp yapılmayacağı veya “100 bin kişiye karşılık 1 milyon kişiyle miting” gibi bölümleri öne çıkartanlar var. Bana göre, kimi muhatap alacağını bilmemesinden yakındığı sözler konuşmasının en can alıcı kısmıydı. Öncelikle bu sözler Başbakan’ın, her ne kadar CHP başta olmak üzere tüm muhalif partileri, tabii ki illegal örgütleri vb. sorumlu tutsa da bu direnişin kendiliğinden geliştiğinin, içinde birbirinden farklı, hatta zıt unsurların bulunduğunun farkında olduğunun bir tür itirafıydı.

İkinci önemli husus, Erdoğan’ın sorunun çözümü için müzakereye kapısını tamamen kapalı tutmamasıdır. Ancak eğer böylesi bir müzakere söz konusu olursa, polisin orantısız şiddetine paralel olarak alabildiğine kitleselleşen, yaygınlaşan ve siyasallaşan bu direniş adına kimlerin masaya oturacağı belirsiz.

Çoğulcu değil çoğunlukçu

Ne var ki bir bütün olarak bakıldığında Başbakan Erdoğan’ın konuşmasının sorunun çözümü için umut verdiğini söylemek mümkün değildi. Çünkü görüldüğü kadarıyla bu direnişi var eden insanlar “çoğunlukçu” değil “çoğulcu”, “dayatmacı” değil “katılımcı” bir demokrasi ve ifade, gösteri, eleştiri özgürlüğü istiyordu. Fakat Erdoğan’ın konuşmasının bütününe, genellikle olduğu gibi “çoğunlukçu” yaklaşımın damga vurduğunu gördük. Her ne kadar “demokrasi çoğunluğun azınlığa dayatması değildir” dese de hemen ardından “ama azınlık da çoğunluğa dayatmada bulunamaz” diyerek, çoğulculuğun, katılımcılığın kanallarını tıkalı tuttu. Konuşmasının Gezi Parkı ile ilgili kısmında da aldıkları kararları dikte etti ve göstericilerin de dahil olacağı bir süreçte bu kararları gözden geçirebileceklerine dair herhangi bir işaret vermedi.

Erdoğan’ın, her ne kadar biber gazı kullanımında aşırılıklara kaçılmış olabileceğini kabul etmiş olsa da, polisi Taksim’de tutma tavrından vazgeçmemesiyse tam bir hayal kırıklığı oldu. Nitekim konuşma öncesi, sırası ve sonrasında polisin göstericilere yine saldırdığı haberleri geldi.

Ama ortada çok ciddi bir sorun vardı: İnsanlar çoktan korku eşiğini aşmış durumdaydı. Sabahın köründe onca insanın Anadolu yakasından yürüyerek Taksim’e yönelmesi bile tek başına bu saptamayı doğrulamaya yeterliydi. Artık ne gaz, ne tazyikli su, ne de gözaltılar onları yıldırıyordu. Ve Başbakan’ın sözlerinden hükümetin hâlâ esas olarak gösteriyi bastırmayı temel aldığı anlaşılıyordu.

Lakin tam CHP’lilerin Taksim’e gelmesine dakikalar kala polis Gezi Parkı’nı terk etti ve göstericilerin girmesine izin verdi. Bu uygulamanın, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün gösterilerle ilgili açıklamasının Çankaya’nın internet sitesine konmasıyla nerdeyse eşzamanlı olması dikkat çekti.

Gül açıklamasında ülkeyi yönetenler in “farklı düşüncelere ve kaygılara kulak vermek için daha çok çaba” sarf etmeleri gerektiğini vurguluyor ve güvenlik güçlerine “görevlerini yerine getirirken her zamankinden daha fazla ihtimam gösterme”, “müdahalelerinde ölçülü olmaya dikkat etme” ve “üzücü görüntülerin ortaya çıkmasına izin vermeme” çağrısı yapıyordu.

Gazetecilikten utanmak

Son olarak Başbakan’ın medyadan şikayetine de değinmek şart. Tabii ki çok şaşırtıcı bir şikayet. Haber kanalları başta olmak üzere egemen medyanın başından itibaren bu direnişi evrensel gazetecilik ilkelerine göre ele almadığı açık seçik ortada. Hatta bunun da ötesinde, biz gazeteciler açısından utanç verici bir durum söz konusu. Bu ülke insanlarının, kendilerini birinci derecede ilgilendiren olayları internetten yabancı televizyon kanallarından takip edebilmeleri tek kelimeyle hazin.

Ama esas haber akışı sosyal medya üzerinden oldu. Daha önce başka ülkelerle ilgili duyduğumuz, “toplumsal hareketlerin sosyal medya üzerinden örgütlenmesi” denen olgunun hiç de abartılı olmadığını bu vesileyle görmüş olduk. Tabii bu arada sosyal medyadan bol miktarda dezenformasyon, manipülasyon vb.nin de yayıldığı bir gerçek. Ama siyasi iktidarın da çok iyi bildiği gibi, bu tür olumsuzlukların asıl nedeni geleneksel medyanın görevini yerine getirmemesi, getirmekten ürkmesidir.

DİĞER YENİ YAZILAR