Çevirmenlik, özellikle edebiyat söz konusu olduğunda, son derece önemli bir iştir. Eğer iyi bir edebiyat okuruysanız, okuduğunuz bir çevirinin iyi mi, kötü mü, idare eder mi olduğunu daha ilk sayfalarda anlarsınız. İyi bir çeviri sizi bir yazara (ondan hareketle de edebiyata) daha fazla bağlayabileceği gibi, kötüsü de sizi soğutabilir.
Çevirmenlik bir o kadar da nankör bir meslektir. Burada uzun uzun çevirmenlerin yaşadığı sorunları anlatacak değilim, bunun yerine bir deneme yapalım: Bir çırpıda aklımıza gelen yabancı yazarları ve Türk çevirmenleri sıralalayalım; bir yanda uzun, karşısındaysa son derece kısa bir liste çıkacaktır.
Geçtiğimiz günlerde, bu nankör mesleğin en usta isimlerinden biriyle tanışma onuruna eriştim. Bugün 85 yaşında olan, kendisi de yazar olmakla birlikte yarım asırı aşkın bir süredir Almanca’dan yaptığı çevirilerle bildiğimiz Kâmuran Şipal’den söz ediyorum. Bakın kimleri dilimize kazandırmış: Alfred Adler, Ingeborg Bachmann, Wolfgang Borchert, Heinrich Böll, Alfred Brauchle, Bertolt Brecht, Max Brod, Elias Canetti, Sigmund Freud, Gustav Hans Graber, Günter Grass, Carl Gustav Jung, Thomas Mann, Rainer Maria Rilke, Robert Musil, Bernhard Zeller, Hans Zulliger, Hermann Hesse...
Hayatımda ilk Şipal çevirisini, galiba bir Kafka’ydı, Galatasaray Lisesi’nde öğrenciyken, yani yaklaşık 35 yıl önce okumuş olmalıyım. O zamandan bu yana onun çevirdiği nice kitabı okudum ya da göz attım ancak bu süre zarfında kendisinin ne bir resmini gördüm, ne de kendisiyle yapılmış bir mülakat okudum.
Hesse’yi keşfim
12 Eylül 1980 askeri darbesinden 6 ay sonra gözaltına alınıp 18 ay tutuklu kaldım. Hasdal ve Metris askeri cezaevlerinde, bu süre zarfında sayısız kitap okudum. Siyasi eserlere “sakıncalı” muamelesi yapıldığı için ağırlık edebiyattaydı. Ama ufkumu açan edebiyat okumalarımı cezaevinden çıktıktan sonra yaptığımı itiraf etmeliyim. Zira biz İstanbul’daki siyasi tutuklular başından itibaren faşist cuntaya boyun eğmeyip direndiğimiz için çok ağır baskılara maruz kalıyorduk ancak mutluyduk, kendimizle barışıktık.
Halbuki 1982’nin Ağustos ayında tüm Türkiye, herkesin kendi bacağından asıldığı bir tür “açıkhava hapishanesi”ydi. İşte böylesine zor bir süreçte biraz okul, daha çok oradaki arkadaşlar, biraz sinema ve tabii ki edebiyat yardımıma yetişti. Mesela Reha’nın (Erdem) sayesinde Hermann Hesse ile tanıştım. 1877’de Almanya’da doğan bu İsviçreli yazar 1946 Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazandı ve 1962’de İsviçre’de hayatını kaybetti.
Hesse’den ilk olarak tabii ki Siddharta’yı, arkasından hemen hepsi yine Şipal tarafından çevrilmiş olan Peter Camenzind, Boncuk Oyunu, Rosshalde, Demian, Gertrud’u okudum. Ama favorim epey tartışmalara yol açmış olan Bozkırkurdu’dur. Romanın bir yerinde, Harry Haller adındaki kahraman (ki eleştirmenler bunun Hesse’nin kendisi olduğunu söyler) bir odaya girer. Burada bir satranç tahtasının önüne oturmuş olan bir adam Haller’dan elindeki aynaya bakmasını ister. Bu aynaya Haller’in kişiliğinin, hayatının parçaları yansır. Adam o parçaları satranç tahtasına yerleştirerek Haller’in yaşamını kurgular. Aynı görüntüleri farklı farklı kurguladığınızda farklı hayatlar çıkar karşınıza.
Vatandaşın şeref ve namusu
Kimilerine fazla zorlama gelebilir ama son günlerde devlet (en azından bazı devlet görevlileri) eliyle, Kürt sorunu ve KCK operasyonları bahane edilerek, medya üzerinden bazı yazar ve aydınlar hakkında yürütülen itibarsızlaştırma faaliyetleri aklıma Bozkırkurdu’nun bu bölümünü getiriyor.
Bazı devlet görevlileri, ilk gençliklerinden itibaren fişledikleri bazı vatandaşlarının hayatları hakkındaki kimi bilgileri, aralarına bol miktarda yalan da katarak, kafalarına göre kurgulayıp, kod meslekleri gazetecilik olan ajanları aracılığıyla kamuoyuna bu kişilerin sözümona “gerçek yüzleri”ni teşhir ediyorlar. Aslında teşhir ettikleri kendi gerçek yüzleri.
Hesse Bozkırkurdu’nda satranç tahtası aracılığıyla masumane ontolojik bir sorgulama yapıyordu. Hükümetler değişse de ülkemizde devletin, medya arcılığıyla, şeref, namus ve güvenlikleri kendisine emanet edilmiş olan vatandaşlarına reva gördüğü bu tür muamelelerse ne ontolojik, ne de masumanedir.
Kâmuran Şipal, Hermann Hesse ve devlet
Haberin Devamı